"Siz,insanlar için ortaya(yaratılmış) çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz.İyiliği emredersiniz,kötülüklerden alıkoyarsınız ve Allah'a inanırsınız.Ehl-i kitap da inanmış olsalardı elbet onlar için hayırlı olurdu;içlerinden inananlar da var,fakat çoğu yoldan çıkmıştır."(Ali İmran,110)
1. İman ve Salih Amelin Birlikteliği
Kur’an-ı Kerim’de birçok yerde “iman” ve “salih amel” kavramları birlikte zikredilmektedir. Amellerin salih olabilmesi için ruhun saf olması ve niyetin samimi olması esastır.
Nasıl ki bozuk ve eğri büğrü bir temel üzerine sağlam bir bina inşa edilemezse, samimiyetsiz niyetler üzerine de sahih ve salih ameller bina edilemez.
2. “Sahih” ve “Salih” Kavramlarının Anlamı
Sahih: Doğru, sağlam, güvenilir, kusursuz, şüpheden uzak, sıhhatli, sağlam bir delile dayalı demektir.
Salih: Düzeltilmiş, iyiümmetsiniz.İyiliği hale getirilmiş, fesada zıt, ıslah edilmiş, iyi, güzel ve faydalı demektir.
Kur’an’da ‘salih amel’, faydalı işler yapmak, iyi ve güzel davranışlar ortaya koymak,ibadet ve taat yapmak anlamında kullanılır.
3. Amelin Halis Olmasının Şartları
Bir davranışın sahih olabilmesi için, kişinin aklının, zihninin ve kalbinin selim olması gerekir. Amellerde ihlas ve samimiyet olmazsa, o amel sahih ve salih sayılamaz.
Zihnin selameti → Sahih davranış
Kalbin selameti → Salih amel
Amelin özü → İhlas
İman, zihin, zemin ve zaman birbiriyle uyumlu olmalıdır. Zihinde sahihlik, zeminde salihlik, zamanda ihlas varsa, yapılan ameller kurtuluşa vesile olur ve kurtarır.
4. İman, Zihin, Zemin ve Zaman Dengesi
Ruhun ve zihnin temiz olması, amelin halis olmasının özü ve hakikatidir. Halis bir zihin, sahih amelin olmazsa olmazıdır. Zihin, masivadan temizlenmeden; safiyet kazanmadan ve arınmadan yapılan fiil ve hareketler insanı hilas makamına ulaştıramaz,takva ve kemalata kavuşturamaz...
(Hilas; kulun davranışlarında Allah’ınleriyle rızasını gözetmesi ve ona göre hareket etmesi anlamına gelen ahlak ve tasavvuf terimidir.)
Zemin salih olursa, fikir ve düşünce tefekküre yönelir ve halisane fiiller ile ameller inşa edebilir. Sahih davranışlar sergileyen insan, yaratılışın gayesine doğru yönelir.Seyr-i sülukta mesafe kat ederek,kurbiyyet kazandırır.
5. Dünya ve Ahiret Dengesi
İman; saf bir zihinle salih zemini, salih zeminden de sahih amel ve davranışları ortaya çıkararak gelişir ve yeşerir. İlahi olandan gelenin, tekrar İlahi olana yönelmesi; O’nun rızasını kazandıracak amelleri işlemesi ve ilahi emirleri yerine getirmesi, insanın fıtratının gereğidir. Yaratılış gayesine uygun yaşayanlar hidayete eren, imtihanı kazananlardır.
Dünya ve uhrevi hayatı kazanmanın yolu; akıl ve ruhun nefsi idare etmesi, onu kontrol altına alarak İlahi rızaya yöneltmesidir. Bu, kurtuluşa kavuşmanın anahtarıdır, huzura ermenin yolu ve yöntemidir.
6. Şairin;Alemin Faniliğini Terennüm Etmasi
> “Dünya fani, ölüm gerçek,
İnsanlar gelip geçecek.
Kula şefaat edecek…
Yere doğru yürüyorum.”
Şair burada, ötelerin ötesinin affı, mağfireti ve hidayeti olmadan insanın amellerinin ahiretini kurtarmaya yetmeyeceğini vurgulayarak,ademoğlunun kulluğa yönelerek,mükellefiyetlerini yerine getirmesinin zaruretini bellirtir ve bildirir.Gerçek şu ki;insanların yaptığı amel ve ibadetlerin kendisini kutarmaya yetmeyeceğinin bilinciyle,İlahi gücün rızasını kazanmaya çaba ve gayret göstermesinin gerekli olduğu da bir gerçekliktir. Hakikate ancak şefaatle ve O'nun rızası ile vasıl olunabileceğinin farkına vararak,muhabbet ve ülfeti artırarak,fıtratın gereğine göre yaşamak, kurtarıcıdır,kurtarır.
7. Örnek Hayatlar: Sahabeler
Kulluğun zirvesinde bulunan altın neslin mümtazlarından Ebû Zer’e:
— “Yâ Ebû Zer; sen neyi çok seviyorsun dünyada? Seni mutlu eden nedir?”
Ebû Zer:
— “Yâ Rasûlallah, dünyada üç şeyi çok seviyorum.”
Resûlullah:
— “Nedir o sevdiklerin?”
Ebû Zer:
— “1. Açlık, yokluk, zaruret içinde yaşamak.
2. Hastalık ve musibetlerle ömrümü tamamlamak.
3. Ölüm… Ölümün şifasıyla dirilmek, ölümle hayat bulmak.”
Resûlullah:
— “Yâ Ebû Zer, hiç kimsenin sevmediği, korktuğu, kaçındığı bu şeyleri sen niçin seviyorsun? Nasıl bu elem verici hallerle mutlu olabiliyorsun?
Ebû Zer:
— “Yâ Rasûlallah; aç iken kalbim yumuşuyor, ruhum genişliyor,ferahlıyorum... Huzurum artıyor, rahatlıyorum… Daimi olarak sefâlanıyorum, şifalanıyorum…Huzurla O'na yöneliyor,taatlarımı artırıyor,zevkle kulluğumu ifa ediyorum...
— Hasta iken günahlarım azalıyor, bedenim ve gönlüm özgürleşiyor…Nefsimin esaretinden kurtularak,ruhumla başbaşa kalarak rahata kavuşuyorum. Yaşadığımın zevkine vararak O'nunla olduğumun ve emniyet içinde bulunmamın huşu unu hissediyorum… Ubudiyetimin arttığını hissederek sürurlanıyorum. Kurbiyyet içinde yaşamanın zevkini tadıyorum…Dünyanın vesvesesinden ve nefsimin şerrinden O'nunla olmak sayesinde emin oluyorum...
— Ölüm ise beni Allah’a kavuşturacak…O'na kavuşacağım... Âlemlerin Sahibinin huzuruna çıkacağım. Sevgiliye ve daimi ikametgâhıma vasıl olacağım… Daha ne olsun ki?”diyerek;dünyanın ve benliğin şerrinden korunarak,O'na doğru yol alınacağını samimiyetle biliyor,bildiriyor.Kendisi mahşerin dehşetinden korunmaya yöneliyor ve insanlığıda yönelterek,kurtuluşun hikmetini sunarak,hidayet yolunun sınırlarını çiziyor...
“Her kul öldüğü hal (amel) üzerine diriltilir.” (Müslim, Cennet, 83)
8. Ölüm Gerçeği ve Hazırlık
Hiçbir canlı nerede, nasıl, ne şekilde öleceğini bilemez. Böyle olunca, ölümü günlük hayatın merkezine alarak hazırlık yapmak; salih amel ve taatlarımızı çoğaltmak, gönüllü ve gaflete dalmadan teslimiyet göstermek kurtuluşun reçetesidir.Ölüm hakikatını Cahit Sıtkı;Otuz beş yaş şiirinde:
"Neylersin ölüm herkesin başında,
Uyudun,uyumadın olacak,
Kim bilir! Nere de,nasıl kaç yaşında,
Bir namazlık saltanatın olacak.
Taht misali o musalla taşında."sözleriyle ölümü normalleştirerek,her an kapıyı çalacağını belirterek,hazırlıklı olmaya yönlendirir insanlığı...
“Nasıl yaşarsanız öylece ölürsünüz,nasıl ölürseniz öylece diriltilirsiniz.”
Camide ibadet hâlinde ölmek de var, meyhanede sarhoş olarak ölmek de…
Helâlinden rızkını kazanırken ölmek de var, başkalarının malını çalarken ölmek de…
Allah diyerek şehadet getirerek ölmek de var, etrafına küfürler savurarak ölmek de…
Salihler meclisinde ölmek de var, fâsıklar ve sapıklar arasında ölmek de…
Mutlu ve huzurlu olabilmenin yolu; yaratılış gayesine göre yaşamak, göçmek ve dirilmektir. Bahane bulmanın faydası yoktur; her hâlde hazırlıklı olmak kurtarır.
Kurtuluşun Reçetesi
İmtihanı kazanmak: Hakiki iman, sahih kalp ve salih amellerle yaşamak.
Dünya-ahiret dengesi: Dünyavileşmeden ömrünü tamamlayıp, daimi ikamet yerine imanla yönelmek,itikad'la O'nunla müşerref olmak...Bütün meselenin özü ve hakıkatı bu olsa gerek...
Hazırlıklı olmak: Salih amelleri çoğaltmak, can meleğinin gelişine hazır olmak,hazırlık yapmak...Kurtarır...
Kurtuluş;iman,İhlas ve salih amellerin birleştiği bir hayat ile mümkündür.
...
İbn Haldun’un Devlet Nazariyesi
İbn Haldun’a göre devletler, tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Devletlerin geçirdiği aşamaların süresini üç-dört neslin ortalama ömrüyle sınırlandırır. “Tavırlar Nazariyesi” adını verdiği teoriye göre milletlerin hayatında beş dönem vardır:1. Zafer dönemi,2. Mutlakiyet evresi,3. Refah ve ihtişam çağı,4. Barış devresi,5. İsraf döneminin başlaması ve sürekli artış göstermesi.
İsraf devresine girildiğinde, harcama ve masraflarını karşılayamayan yönetim erki, borçlanarak varlığını sürdürmeye çalışır. Zaman geçtikçe masrafların artması ve borçların çoğalmasıyla devletin çarkı döndürülemez hale gelir; böylece zayıflama ve gerileme süreci başlar, ardından devlet tarihin tozlu sayfalarına karışır.
İbn Haldun’a göre devlet, iktisadi hayatta karar verici bir merci değildir. Devletin görevi; ekonomik faaliyetlerin yürütülmesi için güvenli ve adaletli bir ortamın oluşturulmasını sağlamaktır. Sosyal dokuyu iç ve dış tehlikelerden korur ve otoritesini güçlü bir askerî organizasyondan alır. (İbn Haldun, Mukaddime)
...
Yozlaşmanın Başlangıcı ve Sosyal Çöküş
Kültürler ve medeniyetler, gerileme ve yozlaşmayla birden çökmez. Milletin özünü yavaş yavaş kemirerek içten içe çürüten cehalet ve millî değerlerden uzaklaşma, toplumu kökünden sarsar ve yok oluşun zeminini hazırlar.
Örf ve adetler unutulmuş, dil fertler arasındaki ilişkileri sağlayamaz hale gelmiş, halkın barışı ve sükûnu kaybolmuş, düzen sarsılmıştır. Sosyal çöküşün asıl sebebi ne dış etki ne de savaşlardır. Asıl çöküş; kalplerin ve ruhların çözülmesi, maneviyatsızlığın yaygınlaşmasıyla kendini gösterir.
Önce anlam ve mana kaybolur. Değerler ortadan kalkar. Her şey maddiyatla ölçülmeye başlanır. Şahıslar kulluğunu şahsen devam ettirir, fakat huşu ve samimiyet yoktur. Hukuk devletinde kurumlar işler, ancak adalet yok olmuştur. Hak ve hukuk işlemez hale gelmiştir. Güçlüler zayıfları ezmeye başlamış, komşuluk yok olmuş, esnaf fahiş fiyatlar uygulayarak ekonomik düzeni sarsmaya yönelmiştir. Küçük-büyük farkı kaybolmuş, saygı, sevgi ve muhabbet ortadan kalkmıştır.
Düzensizlik ve yozlaşma, sessiz sedasız milleti içten çürüterek millî bütünlüğü bozarak onulmaz bir hastalık haline gelir,bünyeyi işlevlerini yapamaz hale getirir.
...
Modernlik mi, Yozlaşma mı?
Modernlik ve modernleşme, ekonomi literatüründe genellikle gelişme ve ilerleme kavramlarıyla anlatılır. Fakat terimlerin özü ve içeriği yeterince analiz edilmeden, sorgulamadan toplumsal bünyeye uygulandığında; milletleri köklerinden, değer yargılarından, tarihsel ve kültürel kodlarından, ahlaki zeminlerinden ve insani davranışlarından uzaklaştırarak yok olmaya doğru sürükler.
Günümüz de modernlik adına yaşadığımız pek çok değişim ve dönüşüm; aslında anlamın aşındığı, mananın ve değerlerin kaybolduğu, insanın köksüzleştirilerek özünden uzaklaştırıldığı yapay bir zeminde gerçekleşmektedir.
Bizler meçhule doğru yüzmekteyiz. Akıbetin hayır olacağı da şüphelidir. Modernite, insanlığın sonunu getirme yolunda çok mesafe kat etmiştir. Fizikî görünüşüne göre insan hâlâ insandır; fakat ruhî yapısıyla azgınlaşmış başka bir yaratığa dönüşmüştür.
...
Acı, paylaştıkça azalır.
Merhamet, paylaştıkça çoğalır.
Derdi olan ağlar, ağlamayanın derdi olmaz. Ama ağlayan da bildiğimiz dünya derdinden ağlar. Ağlamaz diye gördüğümüz geceleri ağlar. İşte onların gündüz tebessümleri gecedeki ağlamalarının yansımasıdır. Ağlayanların göz yaşları gözlerine perdedir. Yani hakiki ağlayan gecenin karanlığında ağlayanlardır. Gece yolcuları yolculuklarını ağlayarak aydınlatırlar. Gece, her yer karanlıksa, insan niçin ağlasın? O zaman içten gelen bir sızı var ki,ağlatan ilahi tecellidir. Özden gelir.Öze kavuşturur.
İşte, acı, derdi olanın ağlamasındaki sırda saklıdır. Geceler ağlayanlar, ortak bir dilde konuşarak acılarını paylaşırlar. Bu acı, göz yaşından kalbe ışık tutar, bu ışık merhametin ışığıdır. Kalp, duyduğu acı kadar merhametle süslenir ve aydınlanır. İşte, paylaşılan merhamet, sabahın aydınlığının gecedeki ayak sesleridir. Gece yolcularının geceler ağlamasında yatıyor acı ve merhametin sırrı. İşte ağlamanın ne olduğunu bilene gecenin sırrı açılır...Gecenin bereketi,o kişinin ufkunu genişleterek,rahatlatır,ferahlatır,mutlu kılar.
Nedir ağlamak?
Ağlamak, ne kadar kolay, aynı zamanda ne kadar da zor bir iş.
İki tür ağlama var. Bedenin ağlaması ve ruhun ağlaması. Her ikisi de,ağlama biçimidir.Ama farkı ne? Nereden geliyor?Farkını nasıl biliriz? Nasıl çözebiliriz?
Kendi için ağlayanın ağlaması bedenin ağlamasıdır. Başkası için ağlayanın ağlaması ruhun ağlamasıdır.Özün, vicdanın ıztırabıdır,feryadıdır.
Beden verdikçe ağlar,
ruh aldıkça ağlar.
Beden hem güler hem ağlar,
ruh hep ağlar,hüzünlenerek melenkonikleşir...
Ruhun ağlaması gülmesi arasında fark yoktur. Peki o zaman neden ağlamak diyoruz? Ruh, beden kafesinde hakikat ve uhraviyat aleminin özlemiyle ağlar. Mânâ ruhla birleştikçe özlem daha da artar, yine ağlar. Ağladıkça huzuru artar. Vatandan yıllarca uzakta kalan birisine vatana ait bir şey getirildiğinde,nasıl ağlar,figan eylerse; ruhun hakikatten aldığı her anlam ve mâna da onu ağlatır,hüzünleştirir.Ancak huzuru da içinde barındırarak mutluğunu ziyadeleştirir...
Beden ise aldıkça güler, ağlamayı terk eder.Aldığında mutlu olur. Aldığını verdiğin veya vereceğinde ise ağlar, gülmeyi terk eder. Çünkü beden için aldığı ve verdiğinin hiçbir anlamı yoktur. Aldığı ve verdiği şeyin kemiyeti önemlidir.
Ruh vahdetin tecellisidir. Onda her şey "an" içinde cem olmuştur. Ağlar, ağladığı kadar güler. Huzuru ağlamasındaki ıstırap kadardır. Ney üstadının nefesiyle niçin ağlar? Neden ağlatır?Çevresindekilerin mutluluğu ve neşesi için.Ağlattığı kadar da gönüllere huzur verir.Kalpleri sükunetleştirir. Gönüllere verilen huzur gönülleri ağlatır, ruhları harekete geçirip hakikate doğru fırlatır,yol aldırır.
Gazze'yi düşünelim. Ağlarız değil mi? Dünya ağlıyor. Ağladığı kadar da huzuru arar. Ama acısı artar. Merhamet acıyı yok eder, acı azalır ve merhamet artar.Gazze huzuru bulmadan,inananlar mutluluk kervanına kavuşamaz...
Bazen ağlamak gerekir ki, acının etkisinden çatlayan gözlerden akan sular rahmet yağmuru olsun.
Ancak bedenin ağlaması ruhun ağlaması ile karıştırıldıkca huzur gider, insan tükenir,umutlar kaybolur.Dünya evinden kendi cismini yok ederek canını teslim eder. Canına kasteden, ruhundaki arayışı durdurur. Karanlıkta boşluğa düşer ruh,yol ve yordamını kaybederek divaneleşir.
Ruh ağladıkça bedeni feda eder. Bedeni feda ettikçe ruh kabul eder zenginleşir,mutluluğu artar. Ruhtaki zenginlik, bedendeki hastalıkları giderir,iyileştirir. Şehit olan,benliğini yitiren bedense de, şahit olan ruhtur,vicdandır,gönüldür.
Ruhtan bedene kapı zihin ile açılır, bedenden ruha kapı akıl ile açılır. Akıl insanı hakikate götürür o kapıdan da ruha hevale eder, hakikat ise ruhun hakikatini,kokusunu zihnin kapısına kadar götürür...Teslim eder...
Akıl ve zihin bu iki alem arasında buluştuğunda, beden ve ruh barışık hale gelir.Sevişirler.Bir ve birlikte hareket ederler. Bu dengeyi tutturmak için, hakikatin rüzgarı zihne akmalı, bedenin derdi ve yönü ise akla bakmalı. Akıl hakikate dönük olduğunda ise hakikat zihne tecelli ederek feraha kavuşur.
İnsan, bedeni arzularından ancak akıl ile hakikate kavuşabilirse, hakikat de olduğu gibi ruhu ve zihni besler. Zihin hakikatten beslendiğinde akıl hep kendisini aşar. Aştığı alemde hep doğruyu bulur,hakikat üzerinde kalarak ilahi yolculuğuna devam ederek,kurtuluşa erme bahtıyarlığına kavuşur.
Allah zihnimiz ve aklımızı, beden ve ruh dünyamızı hakikatin vahdet'inde birlesin,birleştirsin...Vesselam...