Zorkun gecelerini seviyorum. Öylesine serin ve sessiz, öylesine sakin ve huzurlu ki... Çukurova'da yaz gecelerinin vahametini düşündükçe “Yayla Allah'ın nimeti” diyor, şükrediyorum.

Yazın, kırk dereceye ulaşan sarı sıcaklarda, kara kara yanan Çukurova'dakiler için dua ediyorum.

Kimi geceler uykum kaçıyor, uyanıyorum. Mahmur mahmur düşünüyorum. Veya düşünmek istiyorum. Geceyi aydınlatmaya çalışan sokak lâmbalarının yardımıyla, çam ağaçlarının ardındaki korku perdesini aralıyorum. Kör karanlığın boşluğuna her dalışımda garip bir ürpertiyle toparlanıyorum. Başımı gökyüzüne kaldırıyor, varsa aya veya birkaç yıldıza bakıp, yarım yamalak zikirle ve tefekkürle, olup bitenleri anlamaya çalışıyorum.

Çoğu geceler uykum kaçıyor. Uyku derinliğine varmış olmanın hazzını yaşıyorum. Bazen de aklıma takılan gündelik malihülyalar ile uğraşıyorum.

Sonuçta ne oluyor, biliyor musunuz?

Yok, yok, sırlarımı açıklamıyorum...

Sadece itiraf ediyorum; Bir teselli arıyorum.

Zorkun Geceleri

İçimde saklı kırgınlıkları öfkeye, ters giden işleri küfre, çaresizliği isyana dönüştürmeden, yanağımı okşayan serin rüzgârın dokunuşu ile sakinleşiyorum.

Zorkun'da dağların sesini dinliyorum.

İnsana korku veren vahşî hayvanların, eski Gavurdağı masallarında anlatılan canavarların da bu saatlerde, kuzuların uysallığında, uyuyakaldığını sanıyorum.

Gecenin sessizliğini bölen Dingok kuşlarının, “Din gook, din gook...” diye ötüşünü, ağaçların çatalına oturan bir baykuşun vahşi bakışını, saldırıya uğrayan bir hayvanın çığlığını anlamaya çalışıyorum.

Kendisini hiç görmediğim, göreni de bilmediğim ama ümitsizce yalvaran sesini duydukça hüzünlendiğim Göğceoğlak kuşuna dair eski bir Gavurdağı masalını hatırlıyorum.

Gavurdağında iki öksüz çocuk varmış. Analığının yanında oğlaklara çobanlık yaparmış.

Küçük kardeş bir oğlağı kaybetmiş, bulamamış. “Analığımız duyarsa döver” diye ağabeyine yalvarmış.

İki kardeş, dere tepe demeden, dağ bayır düşünmeden kayıp oğlağı aramaya başlamış.

Akşam hava iyice kararmış, onlar hala, o dağdan bu dağa göğce oğlağı ararmış. Arada bir “Göğceoğlaaak!” diye çağırır, hem de birbirlerine haber sorarmış. Kayıp oğlaktan haber alamayınca her ikisi de “Hû!” diye, sanki ilâhî bir nida ile dağlara ağlarmış.

-Göğceoğlak!

-Hû!

-Göğceoğlağı buldun mu?

-Yok

-Hû!

Aradan, aylar yıllar, asırlar geçmiş. İki kardeş bu dağlarda hala Göğceoğlağı ararmış.

Denilir ki Göğceoğlak denen bu gece kuşu, adını bu çocuklardan almış. Bir rivayete göre, aslında Göğceoğlak bu çocuklarmış.

Onlar hala Göğceoğlağı arar, bulamayınca ağlarmış.

Baykuş viranelerde yaşarmış. Baykuşun her gün bir kuş rızkı varmış. Onu yemesi için, kuşlar etrafında fırıl fırıl dolanırmış. Baykuş ta gövdesini kıpırdatmadan başını sağa sola çevirir, etrafında dolaşan ve rızkı olan kuşu yakalayıp yer, hayatını kolayca yaşarmış.

Zorkun gecelerinde baykuşun ötüşüne de rastlanır. Hatta çoğumuz Göğceoğlak kuşunu baykuş sanır.

Baykuş sesinin teselli olduğu geceler de vardır. Bazı geceler baykuş sesinin bülbül sesine değişmediği zamanlardır.

Urfalı Şair Nabi'nin mana yüklü gazelini Sırageceleri'nde okuyan Kazancı Bedih'in kulaklarımızda hala yankılanan yanık sesi ile hatırlayarak Zorkun geceleri üstüne duygularımızı tamamlayalım;

“Tenha gecelerde beni eylerse teselli,

Baykuş sesini bülbül-ü şeydâya değişmem.”