Ankara’da memurken yıllık izinlerimi, bayram tatillerinde ve bahar mevsimlerinde kullanmak isterdim. Bayramların önemi herkesin malumu idi. Ama bahar mevsimleri benim için özeldi. Çünkü her bahar mevsiminde Osmaniye başka güzeldi.

Akşam, Ankara’dan yola çıkan otobüsümüz sabah, yüksek Toros Dağları’nın kıvrım kıvrım yollarından Çukurova’ya akarken, göz alabildiğince geniş ovada, yeni boy atan buğdayların, pamukların, soyaların yeşil denizi gözümü, gönlümü dinlendirirdi. Bereketli topraklardan çıkan envaî çeşit bitkilerdeki renklerin her tonu damarlarıma işlerdi.

Çukurova’yı uzun uzun seyretmekle, bir yılan gibi uzayan yolların sonundaki Osmaniye’yi bir an önce görebilmek arzusu arasındaki duygu gelgitleri sebebiyle, gözüme uyku girmezdi.

Çukurova’ya set çeken Gavurdağı’nın üzerinden gün ağarırken ve ovanın üstünü örten sis perdesi yavaş yavaş aralanırken, Osmaniye daha bir belirginleşirdi.

Osmaniye yeşil bir şehirdi. Dağların rengi yansımış gibiydi. Sabah güneşinin aydınlattığı Osmaniye’de, renklerin ve ışıkların dans ettiği bu füsûnlu sahnede, yaşadığım yıllar bir film gibi gözümün önünden geçerdi.

Şehrin girişinde tarihi bir tablo gibi duran Toprakkale’yi ve içinden billur gibi Karaçay’ın aktığı vadiyi geçtikten sonra, ilk gördüklerim kırmızı kiremitli, beyaz evler ve yeşil bahçelerdi. Fidanlık’ta çeşit çeşit ağaçlar, Karaoğlanoğlu Parkı’nda renk renk çiçekler karşılardı bizi.

Otobüsten indiğimiz zaman garajın benzin kokusu değil portakal çiçeği kokusu doldururdu içimizi.

Şehir içindeki Alibekirli, Karaçay Caddeleri de, Akyar, Atatürk Caddeleri de yemyeşildi. Cadde kenarlarında; ince uzun gövdeleriyle salınan kavaklar, geniş gölgeliklerinin görkemiyle duran dutlar dizi diziydi.

Bahçelerin çağıl duvarlarından sarkan incir ve nar ağaçları, su arklarına tutunmaya çalışan murt ve hayıt dalları, hatta böğürtlenler her yolcuya gülümserdi.

Otobüslerin çok olmadığı devirde, trenle gelenler de faytonlarıyla şehre girerken İstasyon Caddesi’nde, birbirine sarılmış çınar ağaçlarının altından geçerdi.

Osmaniye'nin Eski Resimleri (2)Ve evlerimiz portakal bahçeleri içinde bülbülyuvası gibiydi. Her biri zengin konakları değildi belki ama yeşil şehir içinde, çevresiyle bütünleşen mütevazı meskenlerdi.

Mimarların “her çiçek mimarın bir ayıbını gizler” dediği gibiydi. Mütevazı evlerimizin eksiğini yeşillikler gizlerdi.

Yeşil şehir şimdi ne hale geldi?

Şehri imar edeceğini söyleyerek seçilen Belediye Başkanları önce ağaçları kesti. Müteahhitler, kesilen her ağacın yerine bir apartman, her portakal bahçesine bir site dikti.

Giderek rengi değişen şehrimizi, önce kuşlar terk etti. “Gak, gak” diye öten çirkin sesli kargalar, bülbül sesli araptelliler, ürkek karatavuklar, kışın ziyaretçileri zumbanlar, gazelkeklikleri, hatta bahçedeki gübreleri deşeleyen sığırcıklar, yazın kavakların tepesine tüneyen deliceler, yaprakların arasına gizlenerek incirleri yiyen örtlükler, elektrik tellerine dizilen gurruk kuşları, su kenarlarında renkli kuyruklarını sallayan çinçiniler gitti.

Onları çocuklarımız hiç göremedi. Tek tük alamençikler, inatçı serçeler, son zamanlarda sayısı artan kumrular ve yazları hala gelen cennet kuşu kırlangıçlar son kuşlar olarak kalabildi.

Eski bahçeler ve boş arsalar apartmanlaşınca ve sokaklar yoğun trafik sebebiyle oyunlara kapatılınca, çocuklarımız da evlerine çekildi. Asırlardır oynanan oyunlarımız unutulup gitti. Kışın, sakin yollarda gülle oynamalar, çelik çomaklar, baharda, yedi kat semaya yükselen uçurtmalar, boş arsalarda koşmalar; saklambaçlar, dındın arılar, uzuneşekler yok oluverdi.

Bize toplu yaşamayı, kavgayı, barışı, memleket sevdasını, arkadaşa arka çıkmayı öğreten oyunların değerini yeni kuşak çocuklar bilemedi. Delikanlılığın verdiği enerjiyle kanı hareketlenen gençler, oyun alanlarında deşarj olamadı. Yiğitliğini, cesaretini ve insan sevgisini arkadaşına mertçe kanıtlayamadı.

Çocuklarımız yemyeşil doğayı, cıvıl cıvıl kuşları televizyon ekranlarından öğrendi. Veya internet kafelerde izlediği Amerikan cd’leriyle geleceğini yönlendirdi.

Apartman mahkûmu çocuklarımız bireyselleşti, kendisiyle yetinmeye mecbur edildi.

Yan yana dikilen apartmanların kuytularında, kimi çocuklar, kendilerini karanlık güçlerin elinde buluverdi. Üstüne üstlük son elli yıl içinde hızlı kentleşen Osmaniye’ye başka şehirlerden göç edip gelen ailelerin çocukları, yerli aile çocuklarıyla bütünleşemeyince ve yoksulluk bütün ağırlığıyla omuzlarına çökünce, çocuklarımız kanun dışı yollar belledi, suçlu oluverdi.

Osmaniye'nin Eski Resimleri (3)Bu sosyal ve kentsel vakıaya “değişim” dendi.

Osmaniyeli mimarlara, müteahhitlere sesleniyorum. Diyorum ki;

-Üniversitede öğretilen mimarlık ve şehircilik ilmi bu mu idi?

Yöneticilere, özellikle Belediyecilere sesleniyorum. Diyorum ki;

-Modern şehir diye tarif ettiğiniz Osmaniye bu mu idi?

Osmaniye için bir şeyler yapmak isteyen Osmaniyelilere sesleniyorum. Diyorum ki;

-Sizin Osmaniye için hayaliniz neydi?