“Allah, ayetlerini akledesiniz diye açıklamaktadır.” (Bakara, 242)

“Ancak bilenlerin akledebileceğini söyler.” (Ankabut, 43)
“Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bu yüzden akledemezler.” (Bakara, 171)
“O, aklını kullanmayanlara kötü bir azap vardır.” (Yunus, 100)

Hâlık’ın insanlara verdiği büyük nimetlerden biri de akıldır. İnsan, ancak onun sayesinde idrak, bilgi ve tecrübe sahibi olabilmektedir. Akıl; insanı diğer varlıklardan ve canlılardan ayıran, onu sorumlu ve mükellef kılan temyiz gücü, düşünme, anlama ve anlamlandırma melekesidir.

Aklın sözlük anlamı “tutmak, yapışmak, sımsıkı bağlanmak”tır. Dinî bakımdan ise akıl; “ilmi kabul etmeye hazır güç” olarak tanımlanmış ve sorumlu tutulmanın şartı sayılmıştır. Akıl; aynı veya zıt olanları bir araya getirme ve ayırt etme özelliğine sahip bir meleke olup kişiye kıyas, tecrübe, analiz, sentez yapma, varlıklar arasında tasnif (ayırma) kabiliyetini kazandırır, olgunlaştırır.

Vahiyde de gerçek inancın, düşüncenin, bilginin ve delilin aklî delile dayandığı bildirilmiştir. İmam Mâtürîdî, aklı insanın hayatını aydınlatan bir nur, bilginin ve tecrübenin doğru kullanılmasını sağlayan kabiliyet olarak değerlendirmiştir. Ona göre dinin öğrenilmesinde başvurulacak unsurlardan biri nakil (vahiy), diğeri ise akıldır. Mâtürîdî’ye göre bilgi kaynakları; duyular, doğru haber ve akıldır. Aklın sahibi olan insan, “küçük bir âlem” olarak nitelendirilmiştir.

Akıl farklı şekillerde olsa da, Kur’an’da kırk dokuz yerde geçmektedir. Âlimlerden bir kısmı Hz. Âdem ve Hz. İbrahim’i örnek göstererek peygamberlere tebliğ görevi verilmeden öncesinde koruyan rehber gücün akıl olduğunu söylemişlerdir. Zira aklı olmayanın din ve kanun önünde sorumluluğu olmadığı da aklın önemini ortaya koymaktadır.

İlâhî kelamda akılla yakın anlam ifade eden kalp ve fuâd kavramları da geçmektedir. Bu kavramlar; sezme, anlama ve özünü kavrama gücünü anlatır, daha çok kişilerin vicdanlarına, iç âlemlerine ve gönül dünyalarına hitap ederler.

Ayırt edici özelliğinden dolayı akıl; faydalı–zararlı, temiz–çirkin, yumuşak–sert, kolay–zor, acı–tatlı olan her şeyin bilgi ve tecrübesine ulaşma gücü olarak açıklanmıştır. Ayetlerin bir kısmında akıl yerine kulak, göz, fuâd; bir kısmında da düşünme, tefekkür ve şükretme kavramları kullanılmıştır:

“Halbuki O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri yaratandır. Ne kadar az şükrediyorsunuz!” (Müminûn, 78)
“Allah, hiçbir şey bilmezken sizi annelerinizin karnından çıkardı. Size, şükredesiniz diye kulaklar, gözler ve kalpler verdi.” (Nahl, 78)

Akıl sahibini faydalıya götürmesi için tefekkür(etraflıca düşünmek), tedebbür(derinlemesine anlamaya çalışmak), teemmül(iyice düşünmek) ve taakkul(akletme,anlama) eden bir aklın daha anlamlı olacağı anlaşılmaktadır. Kitapta geçen her ayette akıl, güçlü anlam ve hüküm ifade etmekle birlikte çoğunlukla Allah’ın varlığını ve birliğini vurgulamak, O’na şükretmek, âlemlerin yaratılışını tefekkür etmek, ibret almak ve araştırmak gibi manalara yoğunlaşmıştır.

“İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Bakara, 44)
“Allah, ölüleri diriltir ve düşünesiniz diye size ayetlerini gösterir.” (Bakara, 73)

Elmalılı Hamdi Yazır, ruhî bir güç olan aklı; duyular ötesini idrak eden veya duyularla elde edilmeyen bilgiyi bizzat keşfeden bir idrak organı şeklinde nitelendirmiştir. Ona göre akıl, sadece kendi bilgi üretiminde değil, diğer bilgi kaynakları tarafından elde edilen verileri bilgiye dönüştürmede de hâkimdir. Nesne ve olayların incelenmesi, değerlendirilmesi ve karara bağlanması ancak akılla mümkündür. Akıl yürütmenin hakikate ulaştırdığı, onun sayesinde gerçeklere varıldığı da bir gerçektir.

Renklerin karışmasında göze, seslerin karışmasında kulağa başvurulduğu gibi, duyuların verileri karıştığında da akla başvurulur. Akıl, özgürleşme yolunu açan bir güce sahip olmakla beraber, sosyal hayatın akışını da düzenleyen bir tutarlılığa sahiptir. (Diyanet İlmî Dergi, Mâtürîdî Sayısı, s. 608–610)


AKIL EĞİTİMİNDE METODOLOJİ

Dârü’l-Erkam’ın eğitim sürecindeki ikinci aşama, tasavvurdan başlayarak talebelerin akıl ve zihin dünyalarını vahyin rehberliğinde yeniden inşa etmekti. Mantık ilminin temel kurallarından biri olan “Tasavvurat, tasdîkâta mukaddemdir / Tasavvur etmek, tasdikten önce gelir” ilkesiyle, vahyin ışığında bu kurucu kuşağın zihin dünyaları hedef alınarak inanç ve tasavvurları inşa ediliyordu.

Nübüvvetin beşinci yılında Erkam’ın evi, eğitim yuvasına dönüştürülerek vahyin buyurduğu doğrultuda Resûl’ün (sav) rehberliğinde sahabeler akıl ve zihin eğitiminden geçirilmekteydi.Yüce ve yoğun bir şahsiyet eğitiminden geçirilen talebelere Efendimiz (sav), yeni nazil olan Rahman Suresi’ni Kâbe’nin önünde kimin okuyacağını sorar. Sahabenin “İslam’ın evi” adını verdikleri Erkam’ın evinde bulunanlardan Abdullah b. Mesud, “Ben okurum, ya Resûlallah.” diyerek öne çıkar.

Mesele, Mekke’nin kalabalık olduğu bir anda Kur’an’ın tilavet edilmesiydi. Abdullah b. Mesud tevazu ile gidip mübarek mekânın önüne oturur ve tertil ile okumaya başlar. Putperestler ilk olarak açıktan vahyin okunması karşısında telaşlanırlar. Müşrikler, “Kur’an okumak” gibi masum bir eylemi kendilerine “meydan okumak” olarak kabul ederek korkuya kapılırlar.

Müşriklerin liderlerinden, zengin ve nüfuz sahibi olan Ebu Cehil’in tepkisi sert olur. Vahyin etkisini çevresindeki yüzlerde görmüş, telaşlanarak Mesud’un üzerine yürümüş ve tekme–tokatlarla vurup onu kan revan içinde bırakmıştır.

Buna rağmen İbn Mesud, ağzı, burnu ve yüzü kanlar içinde kalmasına aldırmadan okumaya devam etmiştir. Zira sözün gücünün, gücün sesinden üstün olduğunu fark etmiştir. Mekke’nin kara yüzlü adamlarının acziyetini açıkça görmüş, sözün güç karşısında ne kadar etkili bir silah olduğunu yaşayarak müşahade etmiştir. Sözün gücü karşısında söyleyecek sözü olmayanların şiddete yöneldiklerini de yaşamıştır.

İbn Mesud, sonrasında o günü anlatırken şu çarpıcı tespitte bulunur:
“Müşrikleri hiç o günkü kadar acziyet içinde küçüldüklerini görmemiştim.”

Bİ'R-İ MAUNE VAKASI

Bi’r-i Maûne vakasında gönderilen yetmiş seçkin sahabeyi tuzağa düşürerek tamamını katleden sapkınlar, güya İslam’ı yok edeceklerine inanıyorlardı. Müşrik olan Cebbâr b. Sülme ile mümin olan Amr b. Füheyre arasında geçen olay çok manidardır.

Müşrik, elindeki mızrağı var gücüyle Füheyre’nin sırtına saplar. Darbenin etkisiyle yere düşen Füheyre’nin dilinden şu sözler dökülür:
“Vallahi! Ben şimdi kazandım.”

Bu söz, Cebbâr’ı derinden sarsar ve düşünmeye başlatır:
“Nasıl olur da öldüren ben, ölen o iken, o kazanır da ben kaybederim?”

Günlerce bu olayı çözemeyen Cebbâr, karşılaştığı Dahhak isimli sahabeye sorar ve aldığı cevapla imana kavuşur. Füheyre’nin şehadetinde söylediği söz, Cebbâr’ın iman ederek dirilmesine vesile olmuştur.

Aslında Füheyre’nin durumunu ancak, “Vahyin ışığında aklî ve ruhî bir eğitim almış olması” ile açıklayabiliriz.

HAKİKATI GÖREMEYENLER ASIL KÖRLERDİR

Fatır Suresi’nin ayetleri, Erkam medresesinin seçkin talebelerini derinden etkiliyordu:

“Kör ile gören, karanlıkla aydınlık, gölge ile sıcaklık bir olur mu? Dirilerle ölüler de eşit olmaz. Şüphesiz Allah, dilediğine hakikatini işittirir. Sen kabirdekilere asla işittiremezsin.” (Fatır, 19–22)

Vahyin özüne vakıf olan Erkam’ın talebeleri, körlük–görmek, aydınlık–karanlık, diri–ölü gibi kavramların bilinen fiziki anlamlarının ötesinde bir mana taşıdığını anlamışlardı. Onlar, fiziki ölümü aşarak imandan yoksun yaşayanları “ölü”, hakikati görmeyenleri ise “kör” olarak nitelendiriyorlardı.

“Andolsun, biz cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır, ama hakikati kavrayamazlar; gözleri vardır, ama göremezler; kulakları vardır, ama işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha şaşkın ve aşağıdırlar.” (A’râf, 179)

Bu ayet, fıtratını yitiren, hak ve hakikatini kaybeden, insanlığın çizgisinden uzaklaşarak manevî olarak “ölüler sınıfına” dâhil olmuş kimseleri anlatmaktadır.

İnsanoğlu kulluğu ölçüsünde değerlidir. Yaratılış gayesini yitirenlerin, dünyevileşenlerin, ameli ve ihlâsı terk edenlerin sonunun hüsran olduğu da bir gerçektir.

İmansızların başında gelen, bilgi, ilim, mal ve itibarıyla önde olan Amr b. Hişam’a Resûlullah (sav) neden “Ebu Cehil / Cehaletin Babası” ismini vermişti? Halbuki o (sav), “Yâ Rabbi, iki Amr’dan (Hz. Ömer ve Ebu Cehil) birini İslam’la şereflendir.” diye dua etmişti. Takdir bu olmuş; Hz. Ömer, Nebî’yi öldürmek için gittiği yerde imanla didirilerek hayat bulmuştu.

Yine şiirlerinde tevhide yer verdiği için Efendimiz’in (sav) “Onun şiirleri Müslüman olmuştur.” dediği Ümeyye b. Ebu Salt için sahabenin, “Adûvullah / Allah’ın düşmanı” lakabını vermesi manidardır.

Sahabeler, cahiliye döneminin kavramlarını İslam’ın ışığında yeniden yorumlamış, kelimelere Rabb’in istediği gibi manalar yüklemişler ve hak-batıl ayrımını yapabilen bir aklın sahibi olmuşlardır.

Batılı düşünür J. J. Rousseau (1712–1778) muhakeme yeteneğinin önemini şöyle vurgular:
“Bizim öğrenciden istediğimiz şey, çok bilgi edinmesinden çok, muhakeme yeteneğini artırarak kullanabilmesidir.”

Rousseau’nun altını çizdiği bu nokta, aslında Erkam’ın medresesinde Resûlullah’ın (sav) 15 asır önce uyguladığı yöntemdir. İnen ayetlerin insanları ısrarla düşünmeye davet etmesi, sürekli tefekküre yöneltmesi, muhakeme yeteneğini canlı tutmayı istemesi; tasavvur, idrak, anlamlandırma ve yorumlamanın zihinlerde olgunluk kazanmasını sağlamak içindir.

Efendimiz (sav), bu çekirdek kadronun akıllarını eğitirken kelime ve kavramlara vahyin ışığıyla anlamlar yüklemiş; onların mümeyyiz bir akla ve muhakeme edebilecek bir zihne sahip olmaları için elinden gelen gayreti göstermiştir.

Cahiliye milletinden sahabe gibi inci–mercan misali bir cemaatin ortaya çıkması, eğitim–öğretimin önemini ortaya koyan en büyük delil değil de ya nedir?

SONUÇ YERİNE
"Köklere inilmeden,göklere çıkılmaz."sözü,bizlerin ufkunu açarak,sihirli bir yol haritası sunuyor.Yükselmek,gelişmek,ilerlemek,itibar sahibi olmak istiyorsak,önce kendi özümüze,öz değerlerimize dönmeliyiz.Nereden,ne için gönderildiğimizi,insani görevlerimizin neler olduğunu hatırlayarak yaşamamız itibarımızı artıracaktır.Sağlam bir karekterle kimliğimizi inşa ederek,şuurlu yaşayarak,kendimizle birlikte içinde bulunduğumuz sosyal dokuya uyumlu bir ömürle hayatımızı sürdürmemiz,kemalatımızı da artıracağı bir gerçekliktir.
Hiçbir millet,başkalarından aldığı inanç ve değerlerle varlığını sürdüremediği gibi,kendisine has ileri bir medeniyet'te kuramaz.Bu hakikatin farkında olarak,özümüzde kökleşerek,derinleşerek,yücelmenin arayışında bulunmamız alemdeki yerimizi,itibarımızı korutaracak ve yükseltecektir.
Çünkü ancak kökleri sağlam olan bir ağaç gök yüzüne doğru cesurca yükselebilir ve en güzel bir şekilde gürleşebilir,dallarını ve yaprakraklarını açabilir.Nadide,güzel meyvelerini verebilir...
Herşeyin başı eğitimdir.Dünya'vi ve uhrevi işlerin düzgün işleyebilmesi,salih amellere dönüşmesi bilgi ve eğitime bağlıdır.Bilgisiz işler,ilimsiz amel,düzensiz ortam,itikatsız âdem,amelsiz ve duasız insan,öğrencisiz okul,ezansız,selasız ve cemaatsız ibadethaneninde eksik olduğu malumunuzdur.Her şey,her yer insanla güzelleşir...

"Dinde ve dilde,sanatta,kültürde,devlette büyük millet varlığımızın sönük bir hayal haline gelerek bize veda ettiği bir devrin yetimleriyiz.O necib milleti yok olmaktan kurtaracak olan yine milletin maarifidir.Türk milleti için yepyeni bir eğitim sistemi kurarak işe başlamak zorundayız.Bugünkü maarif kaba tekniğin peşinde,batının zehirli akımlarına kapılarını açmış,Yahudiliğin oltasına takılmış,değerlerini benimsemiş etkisiz,zavallı bir kurumdur.Topluma verecek hiçbir şeyi kalmamıştır.Değerlerinden uzaklaşanların hakikati bulması cok güçtür.Bunu Erzurum'lu İsmail Hakkı Hazretleri şöyle dillendirir;
"Görenedir görene,
Köre nedir,köre ne?"
Veciz sözüyle,ilahi yolu terkederek,dünya'vileşen ve nefsine tabi olanların doğruya ulaşmasının mümkün olmadığını söyler.
Zaten asrımız da,"Mihrab mü'mine emredemez oldu."Vicdanın sonsuzluğa götüren yolu şaşırtıldı.Yukarıdan gelen işaretler,emirler,yerini hayvani hırslarla,bedenin arzu ve isteklerine bırakıldı.Hayatlar menfaat ve madde etrafında dönmeye başladı.Fetva'lar Google hazretlerinden(!) alınmaya başlandı. Kurtuluş;dini,fenni,milli,ilimleri bedenlere ve ruhlara nakşedecek eğitim seferberliğindedir.
Milletin ruhunu yücelten,olgunlaştıran iksir(ilaç)maariftir(eğitimdir).Maarif,görevlerini yapamadığı zaman,millet felç olur,ruhu yerlere serilir.O'na değer vermeyen milletler geleceğini tehlikeye atar.Yok oluşunu hazırlar.Milli ruhunu,şuurunu kaybeder.Maarif hangi yönde ilerlerse,milletin ruhuda onu takip eder.Şu halde millet maarif(eğitim)demektir."(N.Topcu,Maarif Davası,s,30-33)
Büyük İskender hocası olan Aritotelesi anlatırken:
"Babam beni gökyüzünden yer yüzüne indirdi.Hocam Aristo ise beni yeryüzünden gökyüzüne cıkardı."diyerek kutsalaştırarak göklere çıkarır.
İşte eğitmenlik,öğretmenlik, muallimlik böyle bir şey...Eğitim'i;"Yeryüzünde değersiz şeyler arasında,cehalet içinde ömrünü tüketen insanoğlunu,gökyüzüne çıkararak,kanatlandırma,kemalata yüceltme sanatı olarak"tarif edebiliriz.Devletleri,milletleri,medeniyetleri,yükselten alçaltan,yapan da yıkan da öğretmen'lerdir(muallimlerdir).
"Öğretmen'ler sosyal dokunun mimar'larıdırlar."
Öğrencilerini kendi evladı gibi seven,eğiten,yetiştiren,faydalı insana dönüştüren,fedakar cefakar,yaşatma idealinde olan"hocalarımıza-öğretmenlerimize selam olsun."...
Eğitim yılının;öğretmenlerimize,öğrencilerimize,ailelerine,milletimize,devletimize,insanlığa ışık olması umuduyla...