Türkiye siyasetinde son dönemde yaşanan gelişmeler, bize temel bir gerçeği yeniden hatırlattı: Devletin kurumlarına sahip çıkmadığınızda, bireyler de korunamaz.

Bugün başkasına uygulanmayan adalet, yarın sizin için de işlemeyecektir. Bu, yalnızca hukukun üstünlüğü meselesi değil; aynı zamanda milletin varlık mücadelesidir.

Hüseyin Baş ve İlk Siyasi Davalar

Son dönemin siyasi davalarının başlangıcı, Hüseyin Baş üzerinden yaşandı. Baş’a yönelik re’sen soruşturma açıldığında ekranlardan şu uyarıyı yapmıştık: “Burada mesele şahıslar değil, Türkiye’nin adalet sistemi ve devletin temel kurumlarıdır.” Gerçekten de mesele devletin yapılarıdır. O günlerde muhalefete “ortak bir resim verme” çağrısı yapılmıştı; yalnızca Hüseyin Baş’ın şahsı için değil, siyasete, adalete ve ifade özgürlüğüne sahip çıkmak için. Ancak siyasi iradeden bu sahiplenmeyi istediğimiz düzeyde göremedik.

Ardından davalar peş peşe geldi. 19 Mart’ta Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınması, gündemin merkezine oturdu. Oysa bu, tam anlamıyla bir “cambaza bak” oyunu idi; dikkatler şahısların üzerine çekilirken, ülkenin temel kurumları arka plana itildi. O gün de söylediğimiz gibi: “Eğer bugün kurumlara sahip çıkmazsanız, yarın aynı noktada kendinizi de bulursunuz.”

Muhalefetin Parçalı Tutumu ve Bütüncül Yaklaşım Eksikliği

Ne yazık ki muhalefet bu süreçte bütüncül bir duruş sergileyemedi. CHP’nin yaptığı 51 mitingin neredeyse tamamı, tutuklanan belediye başkanları ekseninde gerçekleşti. Bu konu elbette önemliydi; gündemde olmalıydı. Ancak halkın asıl gündemi olan ekonomi, atanamayan öğretmenler, peş peşe patlayan sınav yolsuzlukları, kadın hakları ve kurumların güvenilirliği mitinglerde yeterince yer bulamadı.

Dahası, terörle ilgili komisyonlarda da “her şey süt limanmış” gibi bir hava yaratıldı. Muhalefetin diğer fertleri bir yana, CHP’nin her kademesinde yaşanan mağduriyetler bir kenara bırakıldığında, CHP yönetiminin Terörsüz Türkiye Komisyonu’na katılması iktidarın değerini yükselten bir hamleden başka bir sonuç doğurmadı.

Bu tablo siyasette bir deprem yaşandığını göstermektedir. Deprem yalnızca tek bir binayı yıkmaz; tüm şehri, altyapısıyla, kurumlarıyla, insanıyla sarsar. “Ben kendi evimi sağlam yapacağım” demek tek başına yetmez. Yan sokaktaki bina yıkıldığında sizin evinizin duvarları çatlar, yollar kapanır, elektrik ve su kesilir, hayat felç olur. Siyasette de durum aynıdır: Lokal çözümler yetmez; bütüncül bir yaklaşım şarttır.

Ben bir hekim olarak yoğun bakımdaki tecrübemden bilirim ki, hastaya yalnızca şikâyeti üzerinden yaklaşılırsa sonuç alınamaz. Şikâyetini giderirseniz ama asıl sebebi bulmazsanız, sonunda hastayı kaybedersiniz. Siyaset de böyledir. Bugün muhalefet, iktidarın dayattığı gündeme sıkışarak tepki üretmektedir; kendi gündemini oluşturamamaktadır.

Milletin Rolü ve Siyasi Dengeler

İktidar her fırsatta “Ben yüzde 52 ile geldim, halk arkamda” derken, muhalefet yüzde 48’i birleştirip “Biz de buradayız” diyemedi. O yüzde 48 ki, bugün bu oran çok daha yükselmiş durumda, kol kola giremedi, yan yana net bir duruş sergileyemedi, ortak bir resim veremedi. Amasız fakatsız bir birlik sağlanamadı.

Bugün yapılması gereken açıktır: Atatürk’ün ilk inkılaplarına sadık kalan herkes, hiçbir ama ve fakat ileri sürmeden bir araya gelmelidir. Çünkü mesele herhangi bir A, B, C şahsı değil; bu ülkenin kurumlarına, hukukuna ve geleceğine sahip çıkmaktır. Mesele doğrudan doğruya milletin varlık meselesidir.

Hüseyin Baş Davası: Siyasi Bir Sınav

Geçtiğimiz günlerde, 4 Eylül’de Hüseyin Baş’ın “Cumhurbaşkanına hakaret” iddiasıyla duruşması vardı. Tecrübeli siyasetçi Nazif Okumuş, bir televizyon programında bu davayı şöyle yorumlamıştı: “Bu dava muhalefetin, özellikle milliyetçi kanadın imtihanı olacak. Tüm muhalefet Hüseyin Baş’ın yanında, duruşma salonunda olmalıdır.”

Peki ne oldu? Muhalefet bu olayda da tutarsızlığını gösterdi. CHP ve diğer partiler, Hüseyin Baş’ı duruşma salonunda yalnız bıraktı. Oysa Hüseyin Baş yalnız söylemedi, uyguladı da. Her mağdurun yanında oldu: İmamoğlu’ya koştu, Murat Çalık’a koştu, Ümit Özdağ’a koştu, daha nicelerine koştu. Mahkeme salonlarında, cezaevlerinde, mitinglerde onların yanında yer aldı. Onun derdi şahıslar değil; milletin iradesine, adalete ve ifade özgürlüğüne sahip çıkmaktı.

Prof. Kocasakal’ın mahkeme çıkışında söylediği gibi: “Hüseyin Baş’ın davası şahsi bir dava değil, ifade özgürlüğünün davasıdır.” Ama o gün salonda muhalefet yoktu. Peki kim vardı? Millet vardı. Halk vardı. Asıl olan da buydu. 4 Eylül’de Çağlayan Adliyesi’nde görülen dava, bir şahsın değil, halkın iradesinin davasıydı. Ve milletimiz durması gereken yerde durdu; Hüseyin Baş’a sahip çıktı.

Sonuç ve Çıkış Yolu

Bugün geldiğimiz nokta bize şunu açıkça göstermektedir: Devletin kurumlarına sahip çıkılmadıkça ne adalet, ne siyaset, ne de toplumsal barış ayakta kalabilir. Hüseyin Baş’ın şahsında açılan dava, Türkiye’de siyasetin, ifade özgürlüğünün ve millet iradesinin sınavıdır. Muhalefetin geri durması, bu sorumluluğu halkın omuzlarına bırakması, tarihe not düşülmüştür.

Şimdi görev millettedir. Milletin iradesine sahip çıkan liderler ve kadrolar öne çıktıkça, kurumlar yeniden ayağa kalkacaktır. Çünkü temsilciler olmasa da millet vardır.

Ve unutulmamalıdır: Millet var oldukça, devletin temelleri sarsılmayacak; adalet susmayacaktır. Mustafa Kemal Atatürk’ün 9 Ekim 1925’te Cumhuriyet savcılarına hitaben söylediği o tarihi söz, bugün de şiarımızdır:

"Hak vardır ve güçten üstündür."

Bu söz, sadece bir öğüt değil; bugünün Türkiye’sinde devletin ve milletin varlığının teminatıdır.