Bugünlerde siyaset meydanlarında sık sık duyduğumuz sözlerden biri, “Ecdadımız, Osmanlı...” ifadesidir. Ancak bu ecdadı gerçekten anlıyorsak, Osmanlı’yı zayıflatan, ekonomik ve kültürel olarak çökerten en önemli faktörlerden birinin misyonerlik faaliyetleri olduğunu unutmamalıyız.

Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Anadolu’nun dört bir yanında misyoner okulları açıldı. Kimi Amerikan, kimi Fransız, kimi İngiliz, kimi Alman menşeli bu kurumlar, yalnızca eğitim yuvaları gibi gösterildi. Oysa asıl amaç, Türk milletini ve Müslüman halkı özünden koparmak, inanç ve kimlikten uzaklaştırmak, kolay yönlendirilebilir, kimliksiz toplumlar yaratmaktı.

Bazı araştırmalara göre, 20. yüzyıl başına gelindiğinde Osmanlı topraklarında 1.500’e yakın misyoner okulu vardı. Bu okullardan mezun olanlar sadece eğitimli gençler değil; aynı zamanda Batı’nın çıkarlarını gözeten, Türk ve İslam kimliğinden uzak, farklı aidiyetlere yönlendirilmiş bir nesildi.

Bu noktada Papa II. Jean Paul’ün sözleri tarihe not düşer niteliktedir:
“Birinci bin yılda Avrupa’yı Hıristiyanlaştırdık. İkinci bin yılda Amerika’yı Hıristiyanlaştırdık. Üçüncü bin yılda Asya’yı Hıristiyanlaştıralım.”

Misyonerliğin Hedefi: Kültürel Savaş

Misyonerlik, yalnızca dini bir faaliyet değildir; aynı zamanda siyasi, ekonomik ve kültürel bir emperyalizm aracıdır. Samuel Huntington’un Medeniyetler Çatışması tezinde ifade ettiği gibi:
“Artık büyük mücadelelerin kaynağı ekonomik ya da ideolojik değil; kültürel olacaktır. Global politikanın asıl çatışmaları, farklı medeniyetlere mensup milletler arasında yaşanacaktır.”

Misyonerler, doğrudan bir silahlı işgalden çok daha etkili bir yöntem kullanır: Kültürel işgal. Önce güven kazanırlar. Bunun için kimi zaman camilerde vaaz verirler, kimi zaman televizyon ekranlarında milliyetçi veya mukaddesatçı görünürler, kimi zaman da fakir halka yardım ederek sempati toplarlar. Gıda, giyim, eğitim bursu, sağlık hizmeti… Hedef açıktır: Önce güven, sonra yönlendirme.

Zeki ve başarılı çocukları seçip onların tüm eğitim masraflarını karşılamak, ardından devletin ve özel sektörün kritik noktalarına getirmek, klasik misyoner stratejilerinden biridir. Böylece sadece bireyler değil, toplumun karar mekanizmaları da zamanla şekillendirilmiş olur.

Merhum Prof. Dr. Haydar Baş, bu gerçeği şu sözlerle özetlemişti:
“Onlar, bütün orduları bir araya getirdiler ama Türk milletinin sırtını yere getiremediler. O halde dediler ki; bunlarda bir öz var, biz bu özü almalıyız. Geriye posaları kalsın. İşte bu nedenle dinler arası diyalog, medeniyetler arası diyalog gibi kavramlar ortaya atıldı.”

Atatürk: Emperyalizme Karşı En Büyük Engel

Burada çok önemli bir noktaya geliyoruz: Misyonerlerin ve emperyalistlerin asıl hedefi, Mustafa Kemal Atatürk’tür. Çünkü Atatürk, Osmanlı’nın son döneminde hızla artan parçalanma sürecini durduran, ulus-devlet modeliyle Türk milletini yeniden ayağa kaldıran liderdir.

Bakın yabancıların sözlerine:

İngiliz casusu Arminius Vambery: “Türkler, dini ve manevi konularda kimsenin yalan söyleyeceğine ihtimal vermezler. Kandırmamız hiç zor olmadı.”

Joseph Grew, ABD eski Türkiye Büyükelçisi: “Türklerin yolları İslam ile kesilebilir. Bu milleti ne kadar karanlığa itersek çıkarlarımıza o kadar hizmet etmiş oluruz.”

Kurt Ziemke: “Yapılması gereken Atatürk’ün hem din hem de Kürt düşmanı olduğu fikrinin yayılmasıdır.”

Andrew Duff, Avrupa Parlamentosu Milletvekili (2005): “Türkiye’nin Kemalizm kültürünü değiştirmesi gerekir. Atatürk’ün fotoğrafları kamu binalarından indirilmeli.”

Bütün bu sözler bir tesadüf değil; aksine, Atatürk’ün mirasının Batı için en büyük tehdit olduğunun açık göstergesidir.

CIA ajanı Graham Fuller’in 1990’da söylediği şu sözler ise sürecin geldiği noktayı özetliyor:
“Kemalizm miadını doldurdu. Osmanlı benzeri, piyasacı-küreselleşmeci bir Yeni Türkiye’nin zamanı geldi.”

Türk Milleti: Geçmişten Geleceğe Direnç

Peki, Türk milleti bu saldırılara nasıl karşı koydu? İşte cevabı, tarih boyunca bize dair yazılan satırlarda gizlidir.

Lord Byron, Türkler için şöyle der:
“Kılıcı insafsız bir beceriyle kullanan Türk’ün eli, yendiği insanların yarasını sarmakta da ustadır.”

Napoleon Bonaparte ise şu tespiti yapar:
“Türkler öldürülebilir, lakin mağlup edilemez.”

Einstein, Türk askerinin cesaretini överken, Comenius “Türklerle el ele vermek, yeryüzünde her zorluğu yenmek için sonsuz bir güç kazanmak demektir” der.

Bütün bu sözler, Türk milletinin yalnız savaş meydanlarında değil, kültür ve medeniyet arenasında da ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor.

Ve Atatürk, bu tarihi mirası şöyle taçlandırıyor:
“Benim hayatta yegâne övüncüm, servetim Türklükten başka bir şey değildir.”

Bugün Bizim Sorumluluğumuz

Bugün hâlâ “Türkiyeli” kavramları üzerinden kimliksiz bir toplum yaratmak isteyenler var. Hâlâ “ulus-devlet modeli aşılmalı, adem-i merkeziyetçi yapı gelmeli” diyenler var.

Oysa şu hakikati herkes bilmelidir:
Bu coğrafyanın tek milleti Türk milletidir.
Türk milleti; Lazıyla, Çerkeziyle, Boşnağıyla, Arnavutuyla, Arabıyla, Kürdüyle, İslam mayasıyla yoğrulmuş bir birliktir.

Unutmayalım ki, bizleri ayakta tutan unsur yalnızca toprak değil; aynı zamanda imanımız, milli kimliğimiz ve ortak kültürümüzdür.

Son Söz

Misyonerler dün vardı, bugün de varlar, yarın da olacaklar. Ancak unutmasınlar ki bu toprakların mayası, emperyalizmin hiçbir planına teslim olmayacak kadar sağlamdır.

Çünkü bu millet, bin yıllardır şimşek olup çakan, kasırga olup esen, güneş olup dünyayı aydınlatan Türk milletidir.

Ve Atatürk’ün sözleriyle:
“Bu memleket, tarihte Türk’tü, bugün de Türk’tür ve sonsuza dek Türk olarak yaşayacaktır.”