Güneş, ufuk çizgisinden yavaşça doğarken, küçük bir köyün sakin sokaklarına yayılan hafif bir sabah esintisiyle uyanan köylüler, günün getirdiği bereketi yaşamaya hazırdı. Bu köy, zamanın unuttuğu, modern dünyanın karmaşasından uzak, masalsı bir yerdi.

Köy kahvaltısının vazgeçilmezi gözlemeler, taş fırınların sıcak nefesiyle pişirilmişti. Köylü kadınlar, ince hamurun üzerine peynir, ıspanak, patates ve sucuk koyarak, her biri birer sanat eseri gibi gözleme yapıyorlardı. Mis gibi taze ekmek kokusu, köyü sarhoş edercesine sarhoş ediyordu.

Kahvaltı sofrasında yerini alan her bir köylü, sabahın huzurunu ve birlik duygusunu yaşıyordu. Masanın ortasında duran taptaze kırma zeytin, lezzet yolculuğuna çıkaran bir davet gibiydi. Zeytinyağının dansı, sabahın erken saatlerinde köy kahvaltılarına ayrı bir keyif katıyordu.

Köylüler, masada toplanmış, güne enerjik bir başlangıç yapmanın keyfini sürüyorlardı. Çocuklar, kucağında gözleme yiyen yaşlı nineye, "Ninenin gözlemesi her zaman daha mı güzel?" diye sordu. Ninenin gülüşü, bu lezzetin sadece mideye değil, ruhlara da iyi geldiğini gösteriyordu.

Köy kahvaltısının ardından, herkes günlük işlerine koşarken, o anın tadını biriktiriyorlardı. Köy, gün boyu süren telaşın içinde bile huzurunu koruyan bir ada gibiydi. Doğanın ve emeğin iç içe geçtiği bu yerde, gözleme ve kırma zeytin, bir köy hikayesinin sadece başlangıcıydı.

Belki de insanlar, basit bir köy kahvaltısında buldukları mutluluğun, karmaşık dünyalarının içinde kaybolan bir hazine olduğunu fark ettiler. Gözleme ve kırma zeytin; bir köy sofrasında, dostlukların, sevgilerin ve yaşamın ta kendisinin bir simgesiydi. Ve bu masal, her sabahın bir öyküsüydü.