Öğretmenliğimin bilmem kaçıncı yılı? Sırtını Torosların Güney yamacına dayamış bir dağ köyünde öğretmenlik yapmaya çalışıyorum.
Susuz bir köy. Susuz köylerin karakteristik özellikleri vardır. Kalabalık olmaz susuz köyler. Hane sayısı azdır. Miras kavgası pek olmaz buralarda. Susuzdur o köy çünkü. O yörede yaşayanlarındır o köy. Buradan ayrılıp gurbete gidenler geri dönmez kolay kolay.
Zordur çünkü susuz köyde yaşamak. Kendin için içecek su bulsan hayvanlar için bulamazsın. Hayvanlar için bulsan evin önüne diktiğin fidan için bulamazsın. Dedim ya zordur susuz köyde yaşamak. O topraklara tutunup ağaç olmaya çalışan fidanlar, kuşlar, böcekler tıpkı yöre insanı gibi mücadele etmek zorundadır. İşte o yüzden bu topraklarda mücadeleci, baskın karakterli canlılar yaşayabilir. Toplum zaten kararını çoktan vermiş. “Susuz köye rağbet olmaz” demiş, ötelemiş susuz köyü.
Beş sınıflı kırk öğrencili bir okul. Tek öğretmenim. Beş sınıfı birden okutmaya çalışıyorum. Birinci, ikinci, üçüncü sınıfları birleştirip tek sınıf yapmışım, dört ve beşler bir arada ayrı bir sınıf.
Ayrı dediysem zaten tek derslikli bir okul. Hepsi bir arada. Birinci sınıfların okuma-yazma öğrenmesi gerek. Hem de ilk yarı yıl öğrenecek ki ikinci dönem okumayı pekiştirebilsin. Beşinci sınıflar mezun olacak. Öğrenmeleri gereken bir sürü konu var. Ben de bu ara öğretmenliği öğrenmeye çalışıyorum. Çünkü öğretmen okulunda öğretilenler burada çok işe yaramıyor.
Köy öğretmenisin.
Üstelik susuz bir köydesin. Sende bu topraklara tutunmak için mücadele etmek zorundasın. Kış çok sert ve soğuk. Öğrenciler okula gelirken evlerinden birer odun getirmek zorunda. Sınıf bu odunlarla ısınacak. Ayrıca her gün bir öğrenci, eşek sırtında fıçılarla su getirmeli okula.
Çocuklara bilmedikleri, tanımadıkları belki de hiç bir zaman içinde olamayacakları bir yaşamı anlatmak zorundayım.
Bazen “bilmeseler daha mı iyi olur” diye düşündüğüm oluyor.
Bir sürü boncuk boncuk bakan meraklı gözler. Anlattıklarımı anlayabiliyorlar mı diye merak ediyorum?. Soruyorum, susuyorlar. Konuşmuyorlar. Israr ediyorum, tek tük anlamsız cümleler çıkıyor ağızlarından.
“Teneffüs” diyorum.
Hepsi birden kapıya hücum ediyor. Dışarda bağırtı çağırtı. Pencereden dışarı bakıyorum. Konuşmayan kimse yok. Hepsi aynı anda bağırarak konuşuyor. Hiç biri diğerini dinlemiyor. Sürekli konuşuyorlar, koşarken, boğuşurken, yerde debelenirken.
Oysa az önce bütün ısrarıma rağmen kimse konuşmuyordu. Üstelik sorduğum “hafta sonu ne yaptınız” sorusuydu.
Yıllar sonra anladım onlarla aynı dili konuşmadığımı.
Onlar benim konuşmamı kitap okur gibi dinliyorlardı.
Kitap diliydi söylediklerim.
Onlar bu dili bilmiyorlardı. Çünkü bu dil onlara yabancı bir dünyayı anlatıyordu. İçinde olmadıkları bir dünyayı. Bu dili konuşmak için ezberlemeleri gerektiğini düşünüyorlardı. Kekeledikleri o yüzden di.
“Koskoca bir dünya da ezberlenmez ya”
Uzun bir süreç gerekecek iletişim kurmak için.
Ben biraz onların dünyasını tanımalıyım, onlar da benim anlatmak istediğim dünyayı.
İlhan, işte bu öğrencilerimden biri. Ailesini tanıdığım, sınıfta ilk iletişim kurduğum zeki öğrencilerimden biri. Okuyarak, o zorlu coğrafyadan sıyrılmış, anlatmakta zorlandığım o dünyaya adımını atabilmiş, başarılı bir öğrencim İlhan.
Sosyal medyada öğretmenler günümü kutlayıp bana atıfta bulunmuş.
Ben de o günlerle ilgili duygularımı yazma gereği duydum.
Biliyorum ki hangi coğrafya olursa olsun, yaşam koşulları hep farklılık gösterecektir. Değişmeyen tek şey ise her dönemde bir öğrenci İlhan, ve bir öğretmen Muzaffer’in olacağıdır.