Demokrasi, yüzyıllar boyunca insanlığın en çok tartıştığı, en çok savunduğu ama aynı zamanda en çok sınadığı kavramlardan biridir.
Platon’un “Devlet” adlı eserinde dile getirdiği “demokrasi, halkın yönetimi halkın cahilliğine bırakıldığında tiranlığa dönüşür” uyarısı, bugün hâlâ yankılanıyor. Aristoteles ise demokrasiyi “çoğunluğun adaletle yönetme biçimi” olarak tanımlamıştı. Bu iki düşünürün arasındaki fark, aslında bugünün dünyasında da hâlâ geçerli olan bir ikilemi anlatır: Demokrasi, halkın iradesine duyulan saygı ile o iradeyi küçümseme arasında gidip gelen bir anlayışla sınanır.
Bugün bu sınav, Kıbrıs halkının yaptığı demokratik tercihle yeniden karşımıza çıktı. Bir halk, sandığa gidip kendi cumhurbaşkanını seçti. Bu, bir toplumun kendi geleceğini tayin hakkının en somut ifadesidir. Fakat ne yazık ki, bazı siyasetçilerin bu kararı eleştirirken kullandıkları üst perdeden üslup, demokratik kültürle bağdaşmıyor. Bir halkın seçim sonucunu “iptal edelim” cümlesiyle tartışmaya açmak, sadece bir seçim sonucuna değil, bizzat demokrasinin özüne yönelmiş bir müdahaledir.
Unutulmamalıdır ki demokrasi, yalnızca sandıktan çıkan sonuçla değil, o sonuca gösterilen olgunlukla da ölçülür. Jean-Jacques Rousseau, “Egemenlik halka aittir ve hiçbir güç ondan üstün olamaz” derken, aslında bu temel hakikati dile getiriyordu. Halkın egemenliği sorgulanmaya başlandığında, sistemin adını ne koyarsak koyalım, özünde demokrasi kalmaz.
Bu noktada İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 21. maddesini hatırlamakta fayda var:
“Herkes, ülkesinin yönetimine doğrudan veya serbestçe seçilmiş temsilciler aracılığıyla katılma hakkına sahiptir.”
“Halkın iradesi, hükümet otoritesinin temelidir; bu irade, gizli oyla veya eşdeğer serbest seçim usulleriyle yapılan dürüst seçimlerde ifade edilir.”
Yani, halkın iradesi yalnızca bir sonuç değil, evrensel bir haktır. Bu hakkı sorgulamak, bir milletin onuruna dokunmaktır. Kıbrıs halkı, kendi iradesiyle sandığa gitmiş ve tercihini yapmıştır. Bu tercihi, “beğenmediğimiz” gerekçesiyle geçersiz saymak, aslında kendi halkımızın da gelecekteki seçim hakkını tartışmaya açmak anlamına gelir.
Atatürk, daha Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu bilinci büyük bir vizyonla ortaya koymuştu. O, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyerek sadece bir yönetim biçimini değil, bir zihniyeti inşa etti. 1930 yılında Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kurdurarak halkın farklı fikirleri sınama özgürlüğünü tanıdı. Bu adım, onun demokrasiye olan güveninin, halkına olan saygısının ve millet iradesine duyduğu sarsılmaz inancın göstergesiydi.
Atatürk’ün anlayışında milletin tercihi kutsaldı; çünkü o tercihin ardında bir halkın alın teri, bir ulusun onuru ve bir ülkenin kaderi vardı. Onun gözünde sandık, bir kutudan ibaret değildi; bir milletin vicdanıydı.
Bugün, Kıbrıs’ta ya da dünyanın herhangi bir yerinde bir halk, özgürce sandığa gidip oy kullanıyorsa, o sesin üzerinde hiçbir ses olmamalıdır. Felsefeden hukuka, tarihten vicdana kadar tüm insanlık, bu gerçeği defalarca tecrübe etmiştir: Demokrasi, halkın susturulmadığı, iradesinin küçümsenmediği yerde yaşar.
Ve belki de tam da bu yüzden, Voltaire’in şu sözüyle bitirmek en doğrusu olacaktır:
“Fikirlerinize katılmıyorum ama onları savunma hakkınızı sonuna kadar savunurum.”
Demokrasi, tam olarak budur.
Bir fikri, bir tercihi, bir halkın iradesini beğenmesek bile ona saygı duyabilmek…
Çünkü sandığın üstünde hiçbir irade yoktur.