Çukurova’nın yaz sıcağını ancak yaşayanlar bilir. Tarifi mümkün değildir. Bu bölgede yaşayan insanların yazın yaylalara çıkmasının bir sebebi de bu sıcaklardır. Geçmişi üç bin yıla dayanan yayla göçü, günümüzde bile hala devam etmektedir buralarda. Çukurova’nın kendine has iklimi göçerliliği mecbur kılmıştır. Bu bölgenin sosyal ve kültürel yaşamında yayla kültürü çok önemli bir yer tutar. Göçerlik, hayvancılığa bağlı bir yaşam biçimidir. Geçimi sadece hayvancılık üzerine olan bölgelerin yaşam şeklidir bu.Yakın bir tarihe kadar yayla göçleri Çukurova’da sosyal yaşamı etkileyen başlı başına bir olaydı. Göçün bir kolu Taşköprü’den Bağdaş üzerinden Göksun yoluyla Kapadokya’ya ’ulaşırken , öteki kol Andırın yoluyla Meryemçil’ üzerinden Göksun’a ulaşarak diğer yolla birleşirdi. İlkbaharla birlikte kır çiçekleri açtığında göçerlerde hayvanlarını otlatmak için Toros yaylalarına çıkmaya başlarlardı. Akdeniz sıcaklıklarının etkili olduğu yaz aylarında ise ,soğuk ve billur gibi temiz pınarların kaynadığı, serin yaylalara çıkışlar giderek hızlanırdı.
19. yüzyılda Çukurova’da yaşanan önemli tarihi toplumsal olaylardan biri , Derviş Paşa komutasında oluşturulan Fırka-ı İslahiye’nin yapmış olduğu iskan hareketidir.
Bu hareketin temel hedefi yöredeki göçebe aşiretleri yerleşik yaşama geçirmekti. Böylece, orduya yeni asker kaynakları yaratmak, bölgeden düzenli vergi toplayabilmek, yöredeki eşkıya faaliyetlerine son vererek yol güvenliği sağlamak gibi hedeflere ulaşılmış olacaktı.
İskana Amik ovasından başlanır. İlk önce Gavurdağı iskânı gerçekleştirilir. Bu iskân sırasında Osmaniye kurulur.
Konar göçerlerin Çukurova, Kozan, Gavurdağı ve Kürt dağlarına yerleştirilmesiyle, bütün bölgenin zamanla nüfusu artar, ziraat gelişir. Bugün Türkiye’nin bu bölgesinin ekonomik ve sosyal açıdan canlı ve hareketli olmasında bu iskanın payı büyüktür.On dokuzuncu yüzyılda gerçekleştirilen bu iskan hareketi göçerlerin yaşamlarında önemli değişikliklere sebep olmuştur.Yerleşik düzene geçişteki acelecilik ve plansızlık çok sayıda insanın ve hayvanın yok olmasına sebep olmuştur.Zamanımızda şekli değişse de yaylacılık artarak devam etmektedir. Çukurova’nın sarı sıcağından sivrisineğinden kaçan halk yine aynı yolları kullanarak Torosların doruklarındaki yaylalara ulaşmaktadır.
Güz mevsiminin başlangıcı, dağ köylerinde iş demektir. Kışa hazırlık demektir. Yaza sağ çıkmanın yolu, güz mevsiminde çalışmaktan geçer. Toros dağlarının yaylalıklarında yaşayan köylüler, bu mevsimde, kışlık odunlarını hazırlar, tarlalarını sürerek, ekim işlerini tamamlarlar. Ailede herkese bir iş mutlaka vardır. Kadınlar, uzun kış mevsimi için hazırlıklarını güz aylarında yaparlar. Salça hazırlamak, tarhana yapmak, kışın bulunmayan sebze ve meyvelerin kurutulması, bu aylarda yapılan işlerin sadece bir kaçıdır. Kendi yiyeceği buğdaydan tut hayvanların yiyeceği arpa, yulaf, çavdara kadar her şey bu mevsim de ekilir. Tarlalar sürülmeye başladığında köyde kimse kalmaz. Kurumuş otlar ve anız artıkları yüzünden sapsarı görülen düzlükler karasaban işledikçe kararır, sabanın peşindeki insanların rengine döner.Vakit ikindiyi geçmişti. Kara Durdu, elindeki mesesi, sürülmüş toprağa sapladı. Dudaklarının arasından kalınca bir ıslık çıktı. Öküzler oldukları yerde kaldılar. Sabanın burnunu toprağın içine iyice soktu. Öküzleri boyunduruktan kurtararak, pınarın başına kadar götürdü. Suladıktan sonra yukarıya doğru sürdü. Güneş hayli eğildiği halde, sıcak hala etkisini sürdürüyordu. Tarlanın kıyısındaki dut ağacın altına doğru gitti. Dala astığı azık çaputunu alarak, tekrar pınarın başına geldi. Çaputun içinden bir yufka çıkardı. Kurumuş ekmek ufaklarını, yufkanın içine koydu, dürüm yaparak, iştahla yemeğe başladı. Dürümü bitirdikten sonra, azık çaputunu topladı, düğümledi. Eğildi, pınarın buz gibi suyundan kana kana içti. Dut ağacından tarafa yürüyerek azık çaputunu tekrar dala astı. Sonra sırtını ağaca yaslayarak gözünü, karşı dağlara dikti. Yorgunluğunun yeni farkına varmıştı. Üç beş evlek yer için kaç gündür gelip gidiyordu. Kendi kendine, ‘Hay böyle irezil hayatin…’diye mırıldandı. Çocukluğundan beri, bu tarlanın rezilliğini yaşıyordu. Rahmetli babası, tarlayı sürerken kendide öküzlerin önünden yürür, su getirir, hayvanları sular, çevreden odun toplardı. Bir koca ömür, böyle geçmişti. Tam, dalıp kendinden geçecek zaman, bir gürültü işitti. Hafifçe doğrulup etrafa baktı. Hiç bir şey göremedi. Bir taş yuvarlanır gibi oldu. Derken uzaktan sesler duyulmaya başladı. Birden bedenini bir korku sardı. “Eşkıyalar” dedi kendi kendine. “Yandık, bir bu eksikti” Tarlanın ormana yakin olan kısmında bir kıpırtı hissetti. Dikkatini oraya verdi. Derken, ayak sesleri duyulmaya başladı. Uzaktan bir ses:
-Pınarın başında istirahat edilecek.-Emredersiniz Komutanım.Patika yolda, bir kaç asker belirdi. Berbat bir haldeydiler. Yorgunlukları hallerinden belli oluyordu. Derken, arkadan bir müfreze asker göründü. Önce çıkanlar, emniyet tedbiri alırken, diğerleri de pınarın başına doğru yürümeye başladılar. Başlarında, ufak tefek biri vardı. Kara Durdu, yerinden kalkarak pınara doğru yürüdü. Yüreğine su serpilmişti. Pınara, askerlerden önce vardı. Öndeki ufak tefek olan, Kara Durdu’ya seslendi:
-Hey! Dur bakalım, kimsin sen?
Kara Durdu, dikkatli bakınca, adamın kambur olduğunun farkına vardı. Rütbesi, yüzbaşı olduğunu gösteriyordu. İçinden “Kambur yüzbaşı dedikleri bu olsa gerek” diye düşündü. Askerlik günleri aklına geldi. Hazır ola geçti. Askerde ezberlediği tekmili okumaya başladı:
-Beşinci topçu alayı, üçüncü tabur, yedinci bölükten, Adana ili, Kars kazası, Halil oğlu, 1315 tevellüt,Durdu Elebakan.
Kambur yüzbaşı, hafifçe yılıştı. Pınarın başına vardı. Şapkasını çıkardı. Askerlerden biri koşarak geldi, şapkayı aldı. Yüzbaşı, eğilerek yüzünü yıkamaya başladı. Bu arada diğer bir asker de, elindeki matarayı doldurarak yüzbaşıya uzattı. Yüzbaşı, suyu tepesine dikti. Matarayı geri uzatırken, hala hazır olda bekleyen Kara Durdu’ya gözü takıldı. Yanına yaklaşmasını işaret ederek:
-Bu pınarın adı ne?
-Ağpınar derler kumandan.
-Çok esaslı suyu varmış. Aslında siz köylüler çok şanslısınız da farkında değilsiniz.
-Anlamadım kumandan.
-Anlamazsın tabi. Şu suyun sizin yanınızda hiç kıymeti yoktur mesela. Ama, Çukurova’da olsan, içecek kuyu suyundan başka bir şey bulamazsın. Sıtma tifo hemen hazırdır. Bak burada suyun en iyisi sizde.Kara Durdu, bayağı keyiflenmişti. Kendini gerçekten şanslı hissetti.
-Kumandan, bizim köyün her tarafından su çıkar. Hepsinin tadı ayrıdır. Hepsi birbirinden soğuktur. Hele şu Yavşanlı tepede bir su var, siz onu göreceksiniz. Her derde devadır. Ta uzaklardan gelip, Yavşanlı pınarın suyunu doldurup götürürler. Götürürlerde, ilaç diye içerler.
-Nerede bu pınar?
-Aha şu karşı dağı görüyor musun, işte onun tepesinden, yavşanların arasından çamların dibinden çıkar.
Aha dediği yer, bir günlük yoldu. Kambur yüzbaşı, biraz önce şapkasını tutan ere dönerek:
-Yanına bir kaç matara al, şu ihtiyarla pınara kadar gidip, doldurup gelin.
Kara Durdu’ya dönerek:
– -Bakalım dediğin kadar var mı?
Zavallı Durdu , dediğine diyeceğine bin pişman olmuştu. Kendi önde, asker arkada, Yavşanlı pınarın yolunu tuttular. Bu kadar yorgunluğun üzerine, çekilecek yol değildi. Patika yolda iki saat yürüdükten sonra, bir çam ağacının altında durup biraz soluklandılar. Bu arada, yukardan, odun yüklü eşeği ile bir genç göründü. Genç, askeri görünce biraz korktu. Yanında Kara Durdu’yu görünce şaşırdı.
-Hayrola Durdu Emmi, nereye böyle dar vakit?
Kara Durdu’nun soluğu burnundan çıkıyordu. Yorgunluktan ölmüştü. Gence dönerek:
-Meraklanacak bir şey yok yiğenim. Sen geçerken bize uğrada, Döne Bibine söyle, merak etmesin. De ki; Durdu Emmim Ağpınarda bir bok yemiş, Yavşanlı Pınara ağzını yıkamaya gidiyormuş de.
‘’Ağa geliyor’’dedi köylüden biri. Tüm kalabalık köyün aşağısına doğru kafalarını çevirdiler. Sonra kenara doğru açıldılar. Analar kucaklarındaki bebelerin üzerindeki paçavraları çekiştirerek yırtık yerlerini kapadılar. Gözleri çapaklı, karnı şiş , üzerleri çıplak, birkaç erkek çocuğu kaldı ortada. Köylülerden biri fırladı. Çocukları tuttuğu gibi savurdu kenara. Kızgın gözlerle çocukların sahibini aradı. Kimse çocuklara sahip çıkmadı.
Yüzleri güneşten kavrulmuş , avurtları çökmüş, kupkuru ağaçlara dönmüş birkaç yaşlı kadın, başlarındaki tülbentlerin ucuyla ağızlarını kapadılar. Kadının erkekler karşısında susmasını simgeleyen bu harekete birkaç kadın daha uydu.
Köyün aşağısından bir toz göründü.
Günlerdir yağmur yağmıyordu. Tarlalarda bile toprak kalmamış ufalanmış toza kesmişti. Yer yer kocaman yarıklar oluşmuştu koca düzlüklerde. Yolun aşağısından kalkan tozlar köyün içine doğru gelmeye başladı. Toz bulutlarının arasından hayal meyal atlılar görünüyordu. Çalan davul susmuştu. Tüm kalabalık aşağıdan gelen atlılara doğru baktılar,sonra yavaş yavaş yolun aşağısına doğru yürümeye başladılar.
En önde düğün sahibi olarak Kamil vardı. Oğlu Halil’le birlikte yan yana yürüyorlardı. Arkalarından davulcu ve zurnacı geliyordu . Kalabalık sessizce takip ediyordu onları . Kalabalığın önünde birkaç yaşlı yürüyordu. Onların arkalarında ise köyün erkekleri vardı. En arkadan kadınlar ve çocuklar geliyordu.
Kimseden çıt çıkmıyordu. Öndeki yaşlılardan biri dudakların kımıldatarak bir şeyler okuyordu. Kadınlar yanlarındaki çocukları gözleriyle takip ediyor, öne geçmelerini engelliyorlardı.
Atlılar iyice gözükmeye başlayınca düğün sahibi durdu. Arkasındaki kalabalıkta durdu. Halil babasına baktı. Babasının davulculara baktığını görünce eliyle bir işaret yaptı. Zurnacı tiz birkaç ses çıkardı zurnasından, sonra yörede düğünlerde çalınan bir karşılama havasını çalmaya başladı. Davulcu hem yürüyor hem de kendi etrafında dönerek davula vuruyordu. Davulun aksak ritmiyle birlikte köylüler de tekrar yürümeye başladılar. Köyün girişine doğru yaklaşan atlı kafile davulun sesini duyunca durdu. Toz duman yavaş yavaş çekilmeye başlamıştı. Köylüler atlıların durduğunu görünce daha da hızlandılar. Artık davulun ritmine uymuyorlardı. Toz duman içerisinde köyün girişinde bekleyen atlılara doğru yürüyorlardı. Öndeki ihtiyarlar nefes nefeseydi. Davul daha da hızlanmıştı. Zurna arada bir değişik makamlara geçiyor, ama hemen yine karşılama havasına dönüyordu. Kadınlar başları eğik yürüyorlardı ellerinden tuttukları çocuklarıyla. Bazılarının kucağında bebeleri vardı. Sıkı sıkı tutuyorlardı bebelerini . Arada yorulunca diğer kollarına alıyorlardı. Elerinden tuttukları çocukların çoğu çıplaktı. Dizleri yara bere içindeydi. Ayakları yalındı. Kalabalığın içinde nereye gittiklerini bilmeden annelerinin yanında koşarak yürüyorlardı.
Köyden inen kalabalık, atlı kafilenin yanında durdu. Davul susmuştu. Yolun içinde iki atlı duruyordu. En öndeki atın yanında kocaman bir köpek vardı. Bembeyaz, parlak kılları, şiş karnıyla karşısındaki aç sefil kalabalıkla tam bir tezat teşkil ediyordu. Atlıların arkasında yaya olarak üç hizmetkâr daha vardı. Hizmetkârlardan en arkadaki yüklü bir eşeğin yularını tutuyor, diğer hizmetkâr ise, yanındaki boynuzundan iple bağlı keçinin boynundan tutmuş bekliyordu. Öndeki atın yularını tutan hizmetkar karşıdaki kalabalığı görünce, at üstündeki efendisine baktı. Efendisi de kalabalığı süzüyordu.
Köylünün önündeki düğün sahibi hemen atıldı. Atın yanına gelip ağanın çizmelerine sarıldı. Beyaz köpek hırladı. Hizmetkar hemen atın üzengilerini tuttu. Ağa inene kadar elleriyle üzengiye destek oldu. Ağa inince de atın yularını tutarak geriye doğru çekildi.
Arkadaki atlılar da atlarından indiler.
Köylüler iki yana açıldılar. Davul tekrar karşılama havası çalmaya başladı. Ağa ve yanındaki kâhyası, öne geçip yürümeye başlayınca Köylüler de hizmetkârları takip ederek yürümeye başladılar.
Beyaz köpek bir müddet etrafındaki kalabalığı inceledikten sonra öndekilerin arkasına takıldı.
Düğün evi köyün en yüksek yerindeydi. Evin önüne uzun bir sırık dikilmişti, Sırığın tepesine , üzerine bir kaç tavuk tüyü sokulmuş, iri bir soğan takılmış, kırmızı bir bez parçası bağlanmıştı.
Toprak dam evin önünde, üzeri yeni kesilmiş çam dallarıyla örtülü, uzunca bir hayma vardı. Düğün evlerinde adetti. Gelen misafirler hayma altında ağırlanır, halaylar burada çekilir, güreşler hayma önünde tutulurdu.
Haymaların altına eski dokuma kilimler serilmişti. Kilimlerin üzerine yataklar, döşekler atılmış, çam ağacından oyularak yapılan içi su dolu sürahi bardaklar konmuştu. Çam bardakların içinde gece ayazlatılan suyun tadı değişir, içimi çok hoş olurdu. Bu bardakları yapmak yörede bir sanattı. Bardak yapılacak çam kütüğünün seçimi tam bir ustalık isterdi. Koca kütüğün yontularak kulplu bir sürahiye dönüşmesi bir haftayı alırdı. Çam ağacı oyularak yapılan bardakların bir özelliği de bütün olmasıydı. Kulpu, ayakları kapağı bile oyularak çıkardı ortaya. Her evde mutlaka bulunur, misafire su bununla ikram edilirdi.
Eve yaklaşınca Kamil öne geçerek haymadan tarafa buyur etti misafirleri. İmir Ağa ve yanındakilerde haymaya yöneldiler. Arkalarından gelen hizmetkarlar ve kalabalık, haymanın karşısına geçip beklemeye başladılar. Ağa ortadaki kalın döşeğin üzerine oturarak ayaklarını haymanın dışına uzattı. Köpek, haymanın gölge tarafına uzandı. Gözünü İmir Ağaya dikti. Hizmetkârlardan biri hemen fırlayarak ağanın yanına vardı. Ayaklarındaki çizmelerin bağını çözerek çıkardı. İmir Ağa yastığa yaslanarak kaykıldı. Kamil fırladı ağanın elini öptü. Arkasında bekleyen Halil`i ileri itti. O da eğilerek İmir Ağanın elini öptü. Arka arka çekildi.
İmir Ağa:
– Evlenecek olan oğlun bu mu Kamil?
Sesi genizden, gıcık bir sesti.
Kamil:
– He ya ağam, izninle budur evlenecek Halil`im.
Ağa ses çıkarmadı.Yanında ayakta bekleyen kâhyaya dönerek:
– Davarı teslim et. Kesip yüzsünler. Ateşi şimdiden yaktır. Heybedekileri de içeri gönder.
– Baş üstüne ağam.
Köylüler birer birer yaklaşıp ağaya hoş geldin dediler. Kadınlar uzaktan baktılar kucaklarında bebekleriyle.
Sıcak korkunçtu. Köyün en yüksek yeri olmasına rağmen hiçbir esinti yoktu.
İmir Ağanın yanında getirdiği keçi hemen kesilerek bir ağacın çatalına asıldı. Becerikli eller hemen yüzüp parçaladı. Kadınlar ellerinde bakır tepsilerle geldiler yüzülüp parçalanan davarın yanına. Keçinin ciğeri ,dalağı, yüreği ayrı bir tepsiye kondu. Diğer parçalar büyük sinilere yerleştirildi. Kadınlar hemen oracıkta etleri ufalamaya başladılar.
Kahya başlarından ayrılmıyor, etin en yumuşak yerlerini seçip ayrı doğratıyordu. Birkaç kadında büyük bir leğenin içine soğan doğramaya başladılar. Az ilerde yanan ateşin üzerine bir ekmek sacı ters gelecek şekilde yerleştirildi. Soğan doğrayan kadınlardan biri sinideki etlerin içinden iri bir içyağı parçasını alarak ısınan sacın ortasına attı. Ortalığa nefis bir et kokusu yayıldı. Kadın eline aldığı bir yufka ekmek parçasıyla eriyen yağı sacın her tarafında gezdirmeye başladı. Yağ sacın içinde gezdikçe koku daha da artıyordu. Küçük çocuklar sacın başına toplanmaya başlamışlardı ki etleri kesip parçalayan kadınlardan biri kalkıp azarladı. Çocuklar uzaklaştı.
Yağlanıp silinen sacın içine kıyılmış iç yağ parçaları atıldı. Sacın başındaki kadın elindeki ağaç kaşıkla yağları sürekli karıştırarak yanmasını önlüyordu. Yağlar iyice eriyince ,soğan doğrayan kadınlardan biri kıyılmış soğanları getirerek sacın içine döktü. Bir kaşık salça koyarak soğanları karıştırmaya başladı. Kahya elindeki şişe dizdiği ciğerleri ateşin kenarındaki közün üzerine bıraktı.
Haymanın karşısında ayakta bekleyen köylüler hem ağayı süzüyorlar hem de saçta iç yağıyla kavrulan soğanın kokusunu hissedip yutkunuyorlardı. Yağda kavrulan soğanlar pembeleşmeye başlayınca ufak ufak doğranmış etler sacın üzerine döküldü. Etler kavrulmaya başlayınca koku dayanılmaz olmuştu. İmir Ağanın köpeği yattığı yerden kalktı sacın başına doğru yürüdü. Kulaklarını dikip kadınları süzmeye başladı. Kâhya eline aldığı bir parça yufkayı saca daldırdı. Ağzına attığı sıcak lokmayı biraz çiğnedikten sonra yuttu. Tadını yeni alıyormuşçasına ağzını şapırdattı, sonra kadınlara dönerek biraz daha pişirmelerini söyledi.
Bu arada haymanın altındaki kilimlerin üzerine büyükçe bir sofra serilmişti. Kenarlarına yufka ekmekler bırakıldı. Bir bakır bakraç ayran getirilip sofranın yanına kondu. Kahya şişe takılı pişmiş ciğerleri getirip sofraya bıraktı. İmir Ağa bir parça yufka kopardı. Elindeki şişi yufkanın içine çekti. İştahla yemeye başladı. Bu arada köpekte ciğerlerin peşinden tekrar haymanın yanına gelip gözlerini ağaya dikmişti.
Kahyanın işaretiyle kadınlar sacın halkalarını bez parçası yardımıyla tutarak ateşten indirdiler. Sofranın üzerine yassı üç taş yerleştirip sacı getirerek üzerine bıraktılar. Böylelikle sac hem yerden yükselmiş hem de devrilmez hale gelmişti.
İmir Ağa yüksek sesle besmele çekip, elindeki taze yufkayı kavurmaya daldırdı. Köylüler gözleriyle ağayı takip ettiler. Yufkayı kavurmaya daldırışını, ağzına atıp çiğnemesini, yutuşunu izleyip yutkundular. Düğün sahibi ve kahya haymanın kenarında bekliyorlardı. Karşıda köylüler vardı. Kadınların bir çoğu ağaçların arkasında duruyorlardı. Çocuklar ağlamayı kesmiş İmir Ağayı izliyorlardı. Neden sonra ağa yemeği bıraktı. Bir sürahi ayranı kafasına dikti. Geğirdi. Arkaya doğru çekildi. Kahyanın işaretiyle ibrikle leğen geldi. Gençlerden biri ağanın eline su dökerken diğeri de elindeki havluyu tutuyordu. Ağa elini ağzını sildikten sonra geriye yasandı. Kahya haymanın ağacına asılı ceketten aldığı tütün kesesini ağaya uzattı. İmir Ağa ağır hareketlerle bir sığara sardı . Kahya uzandı. Elindeki yanan dal parçasıyla sıgarsını yaktı.
Ağanın yemekten kalkmasıyla birlikte sofra haymanın köşesine taşındı. Kahya bir gözü ağada, diğer gözüyle köylüyü izleyerek sofranın başına geçti. İri lokmalarla avurdunu dolduruyor çiğnemeden acele acele yutuyordu.
İmir ağanın iti kahyanın başında, gözlerini sofraya dikmiş, kuyruğunu sallayarak bekliyordu. Düğün sahibi haymanın yanında ellerini kavuşturmuş vaziyette hareketsiz duruyordu. Bir az sonra kahya geğirerek sofranın başından çekildi. Kâhyanın yemekten çekilmesiyle gözlerini sofraya dikmiş durumda bekleyen köpek, ileri atılıp yemeğin başına geçti. İmir Ağanın iti öyle iştahlı yiyordu ki, köylülerin birçoğunun ağzı sulandı. Köpek, nefes almadan aceleyle yutuyordu ağzına aldıklarını. Kafasını hiç kaldırmıyordu. Köylüler uzun süre yutkunarak seyrettiler köpeği. Neden sonra itin hareketleri yavaşladı. Artık koklayarak yemeye başlamıştı ve gönülsüz şekilde yutuyordu lokmaları. Bir süre sonra kafasını kaldırıp köylülere baktı, tekrar kokladı sac içindeki kavrulmuş et parçalarını. Ağır ağır kafasını kaldırarak kuyruğunu bacaklarının arasına sokup haymanın gölge tarafın doğru yürüdü. Arka ayaklarını altına alarak oturdu. Bir süre köylüyü izledikten sonra, ön ayaklarını ileri uzatarak uyuklamaya başladı.
Köylüler ve hizmetkârlar kâhyanın işaretiyle kalan yemeğe saldırdılar. Sessiz ve büyük bir iştahla yiyorlardı. Kadınlar kavurmanın suyuna batırdıkları ekmek parçalarını çocukların ağzına tıkıştırıyor, yaşlılar ağızlarına aldıkları et parçalarını gevelemeye çalışıyorlardı. Koskoca sac içerisindeki tepeleme et yığını gittikçe azalmaya başladı.
En sonunda yufka parçalarıyla bulaşıkları silip temizlemeye başladılar. Biraz sonra içinde kavurma yapılan sac pırıl pırıl olmuştu.
İmir Ağa uzandığı yerden doğruldu. Düğün sahibi hemen fırlayarak başucuna dikildi. Halil’de babasının yanına gelip ellerini kavuşturup beklemeye başladı.
Ağa gözlerini bir süre kırpıştırıp cayır cayır yanan ovanın en uzak noktasına doğru baktı. Güz olmasına rağmen ovada cehennem sıcağı hâkimdi. Ortalık birden sessizleşiverdi. Kahya karşıda hareketsiz bekleyen köylülere doğru bir göz işareti yaptı. Köylüler alanı yavaş yavaş terk etmeye başladı. Sessizce gidiyorlardı. Kimi evine doğru gidiyordu, kimi ise ovanın ortasına doğru yürüyordu. Çocuklar ve kadınlar huğ evlerin arasında yok oldular. Yaşlılar dağılıverdiler köyün içine . Davulcu ve zurnacı evin arkasına doğru yürüdüler.Dışarıda ki birkaç kadın evin içerisine girdiler. Şimdi düğün evinde üç beş kişi kalmışlardı.
İmir Ağa ayağa kalktı. Kahya kenara çekildi. Köpek gözünün birini açıp kulaklarını dikti. Ağayı izlemeye başladı.
İmir Ağa:
-Kamil sen bizden düğün için izin almadın ama biz çıktık geldik.
Kamil ileri atılıp ağanın eline sarılmak istedi. İmir Ağa ellerini çekti.
-Sağol ağam . Sağ olasın ağam. Allah seni başımızdan eksik etmesin ağam.
-Tamam sağ olalım da eski köye yeni adet gelirse nasıl sağ olalım Kamil?.
– Ağam sen kusurumuzu affet. Oğlan askerden gelince mecbur kaldık. Acele ettik. Yoksa ağamızın rızası olmadan hangi iş hayırlı olurmuş? Köylüden kabahat, ağadan affetmek ağam. Bizim cahilliğimize bağışla ağam.
—Yanımıza kadar gelip bir acı gayfemizi içmek bu kadar mı zordu Kamil? Bizim bir ağalığımız varsa bu hayırlı işte bir sözümüz olurdu elbet. Demek ki bizde ağalık kalmamış gayrı. Yoksa gelir bir acı gayfemizi içerdin Kamil.
-Kurban olurum ağam. O nasıl söz ağam. Sen bizim ağamızsın ki hem de İmir Ağamızsın. Bizim değerimiz nedir ki senin yanına varmayalım ağam. Biz senin itin olamayız ağam. Bizden gusur, ağaya bağışlamak düşer ağam.
-Yok Kamil yok. Bana şimdi senin bu hayırlı işini kasabadan biri sorsaydı, ne cevap verirdim Kamil? Haberim yok mu diyecedim Kamil?
-Bana sövmezler miydi Kamil? Bu nasıl ağa köyünden haberi olmayan ağanın götünden haberi olmaz demezler miydi Kamil?
-Ağam gurban olayım ağam . O nasıl laf ağam? Sana gelen bin kat bize gelsin ağam. Biz bir hata ettik. Köylüden kabahat, ağadan bağışlama ağam.

-Zaman değişti Kamil. Biz bu cahallara önayak olacağımız yerde onların dediğini yapar olduk. Bak ben heç alınmadım çağrılmadığım yere geldim Kamil. Niye sence? Çünkü cahallık genç işidir. Bizlere örtbas etmek düşer. Ama cahallığı bizim gibi gırarmış insanlar yaparsa o zaman iş değişir. İş değişir ki hem de ne değişir. Bu düğün dağılacak Kamil. Bu düğün olmayacak Kamil-Ağam . Ayağının tozuna gurban olayım ağam. Benim yanına varmamam seni saymamamdan değil ağam . bir cahallık işte ağam.
-Keşke bu cahallığı şu oğlan yapsaydı da gelip birlikte tekdir edip kulağını çekseydik. Valla zoruma gitmezdi. Güler geçer, iki azarlar bir sırtın sıvazlar geçerdik. Amma kırk yıllık hısımın köylün bunu yaparsa oturup düşünmek gerek. Sen yanımıza gelmedin Kamil. Gelipte bir acı kayfemizi içip hatırımızı sormadın. Elbette bizimde bir düşüncemiz vardır. Sorup dinlemedin. Eski köye yeni adet getirdin Kamil. Ben ağa olarak yanına geldim Kamil. Hem de düğün hediyemi de getirdim. Bak tüm köylü zıkkımlandı. Ben ağalık görevimi yaptım Kamil. Sen de hısımlık köylülük görevini yapıp bu düğünü fesh edeceksin Kamil. Götü kırık köylüye kötü örnek olmayacaksın. Köylü desin ki, Kamil bir hata yaptı ama hatasını da düzeltmeyi bildi. Böyle desin ki bir daha kimse cahallık yapmasın.
– Ağam ben düğünü nasıl dağıtırım? El alem ne der ağam. Kız evine ne derim ağam?. Misafire ne derim?. Söğmezler mi bana ağam?. Kamil yiyemediği bokun başına geçti demezler mi?
-Ben sana söyledim Kamil. Bunları başında düşünecektin. Köylü kısmını bilirim ben. Şimdi diyecekler ki kız İmir Ağa’nın yiğenine varmayınca ağa gitmiş düğünü bozmuş diyecekler. Eşhedü billah bu işle alakası yok. Sen beni yok saydın Kamil. Beni yok saymayacaktın.
Kamil son bir gayretle ağanın ayaklarına doğru atıldı. İmir Ağa geri çekilip Kâmil’i itekledi. Kahyaya doğru baktı. Kahya atların bağlı olduğu yere doğru yönelince Kamil yerinden kalkıp seğirtti. Atları çözüp getirdi. Gözü ağadaydı ama İmir Ağa, ta uzaklara bakıyordu. Ovanın sonunda yükselen kır dağlar, yerden kalkan buharın etkisiyle hareketleniyor titriyormuş gibi görünüyorlardı.