Özellikle 1990'lı yıllar öncesinde, çift yönlü dar yollar ve zorlu sürüş koşulları, şoförlüğü bir meslekten öte bir sanata dönüştürüyordu. O dönemde direksiyon başına geçmek, sadece araba kullanmak değil, aynı zamanda yolun ve doğanın tüm zorluklarıyla mücadele etmek anlamına geliyordu.

Otoyolsuz Bir Türkiye Manzarası

1990 öncesi Türkiye'sinde otoyollar henüz hayatımıza tam olarak girmemişti. Ülke genelindeki yol ağı, genellikle çift yönlü ve tek şeritli yollardan oluşuyordu. Bu durum, uzun mesafeli yolculukları hem daha riskli hem de çok daha uzun hale getiriyordu. Kırsal kesimlerde ise asfaltın yerini toprak ve stabilize yollar alıyor, mevsim koşullarına göre yolların durumu dramatik bir şekilde değişiyordu. Kışın kar ve buz, baharda ise çamur, ulaşımı adeta bir maceraya çeviriyordu.

Şoförlük Bir Sanattı

Bugünün modern araçlarının sunduğu konfor ve güvenlik donanımları olmadan yapılan yolculuklarda, şoförün tecrübesi ve ustalığı hayati önem taşıyordu. O dönemin şoförleri, virajları, yokuşları ve yolun sürprizlerini ezbere bilmek zorundaydı. Karayolları Genel Müdürlüğü'nün yol yapım ve bakım çalışmalarına hız vermesine rağmen, altyapı yetersizlikleri nedeniyle özellikle uzun yolda direksiyon sallayan şoförler için her gün yeni bir sınavdı.

1990'lardan sonra başlayan otoyol projeleri, Türkiye'nin ulaşım haritasını kökten değiştirdi. Ancak, o otoyolsuz, zorlu yolların şoförleri, bugünün konforlu yollarında bile unutulmaz anılarla anılmaya devam ediyor. Bu dönemin zorlukları, modern Türkiye'nin ulaştığı yol medeniyetinin ne denli önemli bir başarı olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor.

Kaynak: Foto: Sosyal Medya